30 Ağustos 2010

Dead Man


Bırakın, Ah kederlerimle başbaşa bırakın beni;
Oturacak ve solup gideceğim burada,
Ta ki hiçbir şey olmayana dek bir ruhtan başka
Ve yitirene dek bu kilden şekli.

William Blake

Dead Man Amerikan Bağımsız Sineması’nın önde gelen yönetmenlerinden Jim Jarmusch’un 1995 yılı yapımlı filmi. Filmin Jarmusch filmografisinde kanımca ayrıcalıklı bir yer tutmasının nedeni türler arası ruhani bir yolculuk olmasının yanında, sahip olduğu örtük alt metinleri, üst düzeydeki görüntü estetiği, filmin kaotik ruhuna son derece uygun düşen müzikleri ve eşsiz bir Johnny Depp oyunculuğunda yatıyor.

Jarmusch, öteki filmlerinde (Night On Earth, Ghost Dog:The Way of the Samurai, Down By Law, Mystery Train, Stranger Than Paradise) ortaya koyduğu yalın, duru ve minimalist anlatımı Dead Man’de de sürdürüyor. Yalnız bu filmin öteki filmlere oranla daha karanlık ve kaotik bir ruha sahip olduğunu kabul etmeliyiz sanırım.

Film, çok sevdiğim Henri Michaux’dan bir alıntıyla başlıyor : “It is preferable not to travel with a dead man”. Tüm ailesinin yakın zaman önce öldüğü, nişanlısının kendisini terk ettiği, işsiz, kısaca kaybedecek hiç bir şeyi kalmayan Clevelandlı sünepe muhasebeci William Blake, bir iş teklifi sonucu trenle cehennemî bir kasaba olan Machine Kasabası’na gelir. Üstündeki palyaçovari kostüm, endişe ve kendine güvensiz tavırları, trendeki insanlar ve yolculuk boyunca çevrede gözlemledikleriyle keskin bir tezat oluşturur. Blake’in indiği Machine kasabası da acımasız, vahşi ve sefil bir hayatın hüküm sürdüğü, sömürüye açık bir kasaba olarak resmedilir. Filmin henüz başlarında yaratılan bu kafkaesk atmosfer, Blake’in MetalWorks’a gidip, iki ay önce eline geçen ve kendisine iş sözü veren mektubu göstermesi, ailesinin cenazesinden sonra onca yolu gelmek için her şeyini sattığını söylemesi ancak karşılığında MetalWorks’ün çalışanları ve patronu Dickinson tarafından alay ve tehdit yoluyla geri püskürtülmesi, deyim yerindeyse boyunun ölçüsünü alması, Kafka’nın Şato’sunda K.’nın bir köye kadastro memuru olarak atanması, ancak köyü kontrol altına tutan Şato’ya bir türlü yaklaşamaması, hiçbir görevlinin kendine yardım etmemesi, kimseye derdini anlatamaması ile ilerleyen kaotik ortamı andırmaktadır.

Sonrasında Thel adındaki çiçekçi kızla kısa süren, sonu kan ve hüsranla biten tek gecelik bir aşk hikâyesi yaşar Blake. Dickinson’un oğlu ve Thel’in uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen uzatmalı nişanlısı Charlie, Thel ve Blake’i yatakta yakalar. Charlie, Blake’i vurmak isterken araya Thel girer ve vurulur. Fakat Blake de yaralanmıştır. Bunun üzerine o da Charlie’yi vurur. Kaçmak için Dickinson’ın olduğunu bilmeden atını çalar ve gecenin bir yarısı kimselere görünmeden olay yerinden uzaklaşır.


Filmin dramatik kırılma noktası da burada çizilir zaten. Blake, yolda karşılaştığı ve kendisini tedavi eden Nobody (Hiçkimse), -kendisine böyle hitap edilmesini istemiştir-, isimli bir kızılderiliyle birlikte hem Dickinson’ın peşine taktığı adamlardan kaçar, hem de bu kaçış serüveniyle koşut olarak film boyunca süren ruhani bir yolculuğa çıkar.

Birçok sahnede salt görüntülere ve müziğe sırtını yaslayan Dead Man, temel sorunsallarını ve filmle ilgili ipuçlarını Nobody ve Blake’in şiirsel diyaloglarında ortaya koyar. Nobody Blake’e sorar:

Nobody: Seni öldüren beyaz adamı öldürdün mü?
Blake: Ben ölü değilim.

Nobody, Blake’in adının William Blake olduğunu öğrenince şaşkınlığını ve hayranlığını gizleyemez :

Nobody: Öyleyse sen ölü bir adamsın.

Blake’den birkaç dize okur ve devam eder

Nobody: Sen bir şair ve ressamsın, ve şimdi beyaz adamların katilisin.

Blake’in ölü olması meselesi ve şairliğiyle ilgili noktalara tekrar döneceğiz. Ben burada lafı başka bir yere getirmek istiyorum. Doğu-Batı kültürlerini karşılaştırıp, Batı kültürü aleyhine sert ve iğneli çıkarımlar yapan Ghost Dog gibi Dead Man de bu kez bir şehir kültürü arkaplanında değil ama “western-yaban” kültüründe Batı kültürünün temel değerlerini (sömürü düzeni, yok etme, şiddet, materyalizm vb.) eleştirmekten kaçınmıyor:

Nobody: Takip ediliyorsun William Blake
Blake: Emin misin? Yani, nerden biliyorsun?
Nobody: Beyaz adamın kötülüğünün kokusu ondan önce gelir hep.


Az önce Nobody’nin karşısındaki adamın adının William Blake olduğunu öğrenince şaşkınlığını ve hayranlığını gizleyemediğinden bahsetmiştik. Avlanma kültürüyle yaşamını sürdüren Nobody’nin Blake’i ezberden şiirler patlatacak kadar tanımasının sebebini ise Nobody’nin hayatının önemli kesitlerini anlattığı daha doğrusu “Beyaz Adam”dan nefretinin sebebini dışavurduğu uzun ve enfes monoloğundan öğreniyoruz. Daha küçük bir çocukken İngiliz askerlerinin saldırısına uğramış, kafeslere tıkılıp sergilenmiş ve alay konusu olmuş, sonra bir gemiye bindirilip İngiltere’ye gönderilmiş ve Blake’in eşsiz şiirleriyle burada tanışma fırsatı bulmuş Nobody; karşısındaki adamın o şiirlerine hayranlık duyduğu William Blake olduğuna kesinlikle inanmış, bir yandan Blake’i geldiği yere, sonsuzluğa, ölümsüzlüğe, acıların olmadığı ve ruhunun ait olduğu cennete geri göndermek için çaba gösterirken, bir yandan da onu ruhanî bir yolculuğa çıkarmış, onda tam anlamıyla bir kişilik dönüşümü yaşatarak Beyaz Adamlardan (kurulu düzenden, otorite sahiplerinden, şiddet savunucularından, kötülüklerin esas kaynağından) intikamını, çağın ve içinde bulundukları acımasız ortamın koşullarına uyarak, kendi eliyle alması için ona güç ve moral vermektedir.

Nobody: Bu silahı nasıl kullanacağını biliyor musun?
Blake: Pek değil

Nobody: Bu silah senin dilinin yerine geçecek. Onun aracılığıyla konuşmasını öğreneceksin, ve artık şiirin kanla yazılacak.

Filmdeki Blake’in 18. YY İngiliz romantik şiirinin en önemli temsilcilerinden, aynı zamanda ressam William Blake’in yaklaşık olarak 100-150 yıl sonra yeryüzünün başka bir coğrafyasında ve başka bir kişilikle yeniden dünyaya, sürgüne gelmiş hali olduğunu düşünerek izlemek ve bu izlek üzerinden çıkarımlar yapmak izleyiciye kalmış bir tercih. Bu iddiasız yazının amacı filmde buna ilişkin kesin tespitlerde bulunmak ve gerekçeler göstermek değil. Zaten Jarmusch da kendisiyle yapılan bir röportajda William Blake’in senaryoya ve filme girmesinin kesin ve net bir sebebinin olmadığını söyler ve sadece Blake’in fikirlerinin ve şiirlerinin Amerikan Yerlilerinin ruhunu taşıdığı düşüncesinin kendisinde birden uyanmasını gerekçe gösterir. Önceleri şiirden anlamadığını, ölü olmadığını söyleyen pısırık, korkak, sünepe Blake’in Nobody sayesinde geçirdiği ruhsal dönüşümün de etkisiyle William Blake olmaktan, onun ruhunu benliğine giymekten memnuniyet duyduğunu görürüz. Bu tarz bir okuma da filme daha farklı bir boyuttan bakmamızı sağladığı gibi daha geniş bir alımlama zemini de sunar. Önceden de belirttiğim gibi daha kapsamlı araştırmalar bekleyen bu iddiasız yazıda bu konulara fazla girmeyeceğiz ve filmdeki Blake’in Şair William Blake’le örtüşen birkaç özelliğine kısaca değinmekle yetineceğiz.

William Blake de yaşadığı dönemde bir devrimciydi. Henüz 22 yaşında Newgate Hapishanesi’ni yakan gruba katılıp otoriteye karşı olan nefretini kusmuştu. Devlete, kiliseye, statüye, toplumsal değerlere, otoritenin her türlü geleneksel kalıplarına karşıydı. Sanayi Devrimi’nin insanlar üzerindeki yıkıcı, hırpalayıcı etkilerini görüp isyan ediyor, sürekli olarak iyi bir topluma ulaşma ülküsü güdüyordu. Doğaya yabancılaşmamış bir yaşam sürebilmek onun için önemliydi. Dead Man’deki William Blake de Nobody sayesinde çıkmış olduğu bu ruhani yolculukta eski kimliğinden gittikçe uzaklaşır; günlerce ormanlarda yatıp kalkar, ateş yakar, yüzünü boyar, yaralı ceylanların yanına uzanır, Kızılderili felsefesine uygun bir takım ritüellere uyarak doğayla iç içe bir yaşam sürer. Tabi buradaki “Doğa” Rousseau’nun “Doğa” kavramına yüklediği anlamdan biraz farklı. Kastedilen vahşi bir doğadır. Kendi ölüsünü ya da dirisini getirenin bu yoksullukta yüksek bir meblâğ ile ödüllendirileceği, vahşiliğine yine insanın daha doğrusu “Beyaz Adam”ın neden olduğu bir doğadır. Ancak bu tehlikeleri göze almadan, hayatın bu acımasız gerçekleriyle yüzyüze gelmeden, bu sınavı vermeden, mücadele etmeden ölümsüzlüğe, sonsuzluğa kavuşulamaz, bu ruhsal dönüşümü geçirmeden bizim Blake gerçek anlamda şair William Blake olamaz. Tek bir farkla: Bir asır önce kalemiyle mistik şiirler yazan, yine kalemiyle cehennemsi resimler yapan, isyancı ruhunu bu yolla dizginleyen Blake, artık kanla yazmaktadır şiirini.


Bir süre doğada tek başına yaşar, tehlikeleri tek başına göğüsler Blake. Peşindeki adamları öldürür. Sonra tekrar Nobody ile karşılaşırlar. Nobody onu ölümsüzlüğe, sonsuz yolculuğuna uğurlamaya kesin olarak niyetlidir:

Nobody: Seni sudan yapılmış köprüye götüreceğim. Ayna. Sonra da dünyanın bir sonraki seviyesine götürüleceksin. William Blake’in geldiği yer. Ruhunun ait olduğu yer. Denizin gökyüzüyle buluştuğu yerdeki aynadan geçtiğinden emin olmalıyım.

Nehirde uzun süre kano sürerek Nobody’nin kabilesine gelirler. Fakat çarpıştığı adamlardan birinin kurşun darbesiyle yaralanmıştır ve kan kaybetmektedir. Blake’e uzun yolculuğu için büyük ve dayanıklı bir kayık yapar. Blake yorgun, bitkin, şaşkın ve ne olup bittiğini tam anlayamaz bir haldedir:

Nobody: Artık ayrılma zamanı William Blake. Geldiğin yere geri dönme zamanı.

Blake: Cleveland’a mı?
Nobody: Tüm ruhların geldiği ve geri döndüğü yere. Bu dünya artık seni ilgilendirmeyecek.

Nobody, Blake’in kayığını denize sürer ve onu sonsuzluğa uğurlar. Blake artık uhrevî olana doğru yürürken Blake’i arayan son tetikçi (Beyaz Adamlardan biri öteki ikisini öldürmüştür) kıyıda Nobody’e ateş eder. Nobody de onu vurur. Dünya radikal anlamda kötü bir yer olmaya mahkumdur ve son yolculuğunda bile bu acı gerçeğe şahit olmak zorundadır Blake.

Aslında Blake’in ölümsüz olmak, sonsuzluğa ulaşmak gibi ülküleri yoktur. Ancak; biraz iddialı kaçmazsa Nobody için onu sonsuzluğa uğurlayan, ölümsüz hayata yolcu eden modern bir Utnapiştim diyebiliriz belki.

Sözün kısası, Dead Man, Jarmusch’un kesinlikle en önemli filmlerinden biri. Kanımca, Mystery Train ve Ghost Dog’u da yabana atmamak kaydıyla belki de en iyi filmi. Üzerine daha fazla çalışmayı hak eden, ince metaforlarla ve alt metinlerle yüklü, yıllar sonra da aynı keyifle izlenecek önemli bir film. Geleneksel ve mistik motiflerle yüklü modern bir aşkınlaşma hikâyesi.

Conspirators of Pleasure’da Cinsel Hazlar Üzerine


Dahi, sürrealist Çek sinemacı Jan Svankmajer’in kısa filmlerinden de aşina olduğumuz tüm animasyon tekniklerini (kuklalar, çamur animasyonlar, kolajlar vs.) harmanladığı, aynı zamanda da sürrealizm akımının kural koyucu birçok özelliğini (düşler, imgeler, bilinçaltı, alaycılık, kara mizah, çocuksuluk, erotizm vs.) ustaca sergilediği, Bunuel ve Freud okumalarının açıkça fark edildiği, katıksız sürreel dokusunun yanı sıra fütüristik ve anti-ütopik uzantılı müthiş filmi “Conspirators of Pleasure” hayatları bir şekilde kesişen altı insanın cinsel doyumu karşı cinste değil de bir takım nesnelerde aramalarını hikaye ediyor. Ekmeğin içini küçük toplar haline getirip burnuna ve kulaklarına sokarak hazza ulaşan postacı kadın; sürekli porno dergiler alan, tavuklara takıntılı, suratsız, şişko kadın komşusunu fiziksel açıdan andıran bir tavuk kuklası yapıp onun üzerinden tatmine ulaşmayı deneyen apartman sakini adam; terkedilmiş, izbe bir kilisede komşusunu andıran kuklayı kırbaçlayan şişko kadın; raydan iyice çıkmış ve cinsel hazzı tamamen sado-mazoşist tekniklerde arayan dedektif; onun ayağını öpüp okşayan balıklarla seksüel tatminin doruğuna varan spiker karısı aynı ölçüde ilgi çekici ve hayranlık uyandırıcıdır. Ancak esas bombayı dükkanında ve evinde bir mühendis gibi çalışıp azmederek yaptığı müthiş makineyle cinselliğini yaşamayı seçen adam patlatıyor. Akşam haberlerini sunan spiker kadın dev ekranda belirir. Adam kumandayla haber bülteninin sıkıcı jenerik müziğinin sesini kısar; onun yerine kendi seçtiği müziğin sesini açar. Yine mekanik bir düzenek sayesinde adam kadının salt dudaklarını ekranı kaplayacak şekilde büyütür ve deli gibi öpüp yalar cam ekranı. Bununla yetinilebilir mi gerçek haz için? Tek tek yaptığı, ellerine beyaz dantel eldivenler giydirilmiş olan kadın kolları ekranın karşısında anadan doğma soyunan adamın vücuduna masaj yaparken ellerden bir tanesi de adamın cinsel organına gidip gelmek suretiyle mastürbasyon yapar. Adeta cinsel bir ritüel yaşayan adam cinsel hazzın doruğundayken, ekrandaki spiker kadının yüzünde de acı-zevk karışımı ifadeler belirir. Spiker kadının iniltileri giderek çığlıklara ve bağırtılara dönüşür, izleyici teknolojinin böylesine korkunç, anti-ütopik bir cinsel devrim yaşatıp yaşatamayacağını düşünürken, stüdyodaki kamera tilt-down yapar ve gerçeği görürüz. Kadın aynı saniyelerde, yani haberleri okurken, su dolu bir leğende ayaklarını öpüp yalayan ve ayak parmaklarını emen balıklarla ulaşmaktadır cinsel tatmine. Gelecek çağlara dair ürkütücü bir gerçek çeşitlemesi midir bu yoksa düşsel bir karabasan mı?

Together


İşte böyle, sevgili Stefano, sana tüfekler vereceğim. Ve gerçeğin hiçbir zaman tamamen bir yanda olmadığı, son derece karmaşık savaşlar oynamayı öğreteceğim sana. Gençlik yıllarında bir hayli enerji açığa çıkaracaksın, fikirlerin biraz karışık olabilir, ama yavaş yavaş bazı kanılar geliştireceksin. O zaman, büyüdüğünde, bütün bunların bir peri masalı olduğuna inanacaksın: Kırmızı Başlıklı Kız, Sinderella, tüfekler, toplar, düello, büyücü kadın ve yedi cüceler, ordulara karşı ordular. Ama olur da, büyüdüğünde, çocukça düşlerinin o canavar tipleri hâla sürüyor olursa, büyücüler, cüceler, devler, ordular, bombalar, zorunlu askerlik hizmeti, belki de peri masallarına karşı eleştirel bir tavır kazandığın için, yaşamayı ve gerçekliği eleştirmeyi öğreneceksin.

Umberto Eco

Forever Lilya ile alıcılara “Hazırlıklı olmayanlar siz fazla yaklaşmayın” sinyalini sarsıcı, yürek dağlayıcı ve sinir bozucu bir dille gönderen Moodysson, Together’da benzer bir sinyali daha mizahi, daha sıcak ama zaman zaman daha direkt çalışan bir verici ile gönderiyor. Film, komün bir hayatın imkanını, mutlulukla olan ilişkisini, artık hayatlarımıza dair olumlu hiçbir anlam üretmeyen kapitalist sistemden hem yaşantı hem de ruhsal yüzgeçleriyle uzaklaşan bir grup insanın ortak bir evde yaşama deneyimlerini izletiyor. Ötekilerden daha fazla öne çıkan birkaç karakter var gibi görünse de esas başrol oyuncusu topluluğun ta kendisi, tıpkı bu vahşi dünyada fazlasıyla iyi ve temiz kalabilmiş, onca kişiye evini açan yarı saf Göran’ın minibüsüne verdiği isim gibi…

Aslında Göran’ın o sıcak evi, ortak kaçışların sığınma barınağı işlevini görüyor. Banka müdürü babasının maddeci ve burjuva yaşamından kaçan, hatta öfkesini adını değiştirmekle bir kez daha somutlaştıran Erik, içkici kocasının kendine uyguladığı her türlü maddi ve manevi şiddetten iki çocuğunu da yanına alarak kardeşi Göran’ın evine gelen Elisabeth (bizde genelde ana evine kaçılır) , cinselliğini özgürce ve toplumsal sınırların dışında yaşamak isteyen Anna ve ötekiler hepsi farklı reel ama ortak ruhî nedenlerle komün bir hayata sığınmakta bulurlar çareyi. Tüm bu ortak ruhsal kaçışların nirengi noktası ise her türlü toplumsal kalıplar, içinde yaşamak zorunda bırakıldıkları maddeci dünya, adım atma aralığı bile bırakmayan kuşatıcı sistem, burjuva değer yargıları, ruhu her gün biraz daha zedeleyen baskıcı kurallardır.

Bu baskıyı gidermenin yolu ya da yolları komün halinde tek bir evde yaşamak, burjuva hayatın zorlayıcı kalıplarından azat yaşamak, her türlü kapitalist motiften uzak durmak, örneğin eve televizyon sokmamak (burada rahmetli Bilge Karasu’yu anıyorum), duvara Che’nin posterini asmak, gerektiğinde evin tüm ıvır zıvırlarının tıkıldığı bir depo olarak kullanılan küçük bir bölmeden soluk alınabilen bir çocuk odası yaratabilmek, bir yüzünü hep doğaya dönük olarak yaşamak, bahçede hep birlikte futbol maçı yapmak, cinsiyet ayrımı kabul etmeyen özgür bir cinsel hayat yaşamak, alkol almak, müzik dinlemek, dans etmek, kendi topraklarından binlerce kilometre uzaktaki bir ülkenin rejiminin acımasız diktatörü öldüğü için bile milli piyangodan para çıkmışçasına hoplaya zıplaya sevinebilmek, et yerine lapa yemektir. Öyle ki, bu sınırsıza dayanma yolundaki özgür yaşam zaman zaman gülünç ya da zorlayıcı bile olabilmektedir. Lasse ile Anna’nın birbirine herkesin ortasında cinsel organlarını göstermeleri ya da Lena’nın Erik’in çok üzgün ve moralsiz olması nedeniyle (!), onunla sevişmek için sevgilisi Göran’dan izin alması, futbol maçında rakip takımın attığı gole bile sevinebilecek kadar iyi niyetli ve saf olan Göran’ın ise bu talebi çaresizce (!) kabul etmesi, üst katta Erik ile sevişen Lena’nın orgazm olurken attığı çığlıkları duyup hazmetmeye çalışması, Lena’nın hayatındaki ilk gerçek orgazmı az önce Erik ile yaşadığını itiraf etmesinden sonra, tüm bunların sindirim organlarını artık fazla zorlamasından mütevellit soluğu klozette yüzü deliğe dönük alması gibi…

Tam bir özgürlükler ve aykırılıklar mabedi olan evin ve aynı zamanda ortak ruhsal mülkiyetin kendine has bir mütevazılığı, sözlü olarak belirlenmiş kuralları, ve ince bir çizgide gidip gelen hassas bir onuru da vardır. Örneğin evde et yerine lapa yenir, evin kapısı herkese açıktır, herkes sosyalizm için yaşamaktadır, eve televizyon sokmak yasaktır. Öyle ki, evin sayısı artan çocuk nüfusun talepleri üzerine alınan ikinci el siyah beyaz bir televizyon yüzünden Signe ve Sigvard çok sevdikleri bu evi terk etmek zorunda kalırlar. Ancak ne olursa olsun baskı ya da zorbalığın hükmü geçmez bu evde. Aksine, bu ince çizginin çekilmesini gerektiren temel motivasyon bile konvansiyonel olanı dışarıda bırakma gayretindeki bir özgürlüşme arayışı, tiz sesli melodisini derinden mırıldanan bir red senfonisidir.

Bu komün ve özgür yaşam herkesin kendi hayatında kilitli kalmış pek çok odayı keşfetmesini de sağlayacak, ve hayatlarında acı ya da mutlu, olumlu ya da trajik değişimler yaşatacaktır. Su katılmamış bir lezbiyen ve feminist olan Anna ile yakın arkadaşlık kuran Elisabeth bu sayede kendi kanatlarını fark edecek, artık koltukaltlarını tıraş etmekten vazgeçmek, çamaşır ve bulaşık yıkayıp çocuklarına annelik yapmak, kocasından da her gün azar iştimek ve şiddet görmekten farklı bir hayat yaşamak istediğini anlayacaktır. Hatta çok bilmiş bir edayla kocasına ders vermeye bile çalışacaktır:

- Artık sosyalistim
- Ben de öyle
- Hayır sen bir sosyal demokratsın. Arada çok büyük fark var.

Lasse ile Klas’in kendilerini homoseksüel bir keşifte bulmaları, küçük Fredrik ve Eva’nın aşka, karşı cinse, üremeye, yetişkinlerin hayatına dair ilk bilgilerini öğrenmeleri, hatta Fredrik’in hayatında ilk defa iki koca memeyi burnunun dibinde gördükten sonra, beş dakika içinde kendisinden 15 yaş büyük Lena’ya aşık olması, Eva’nın tüm yetişkinlerin salak olduğunu ilan etmesi, yine Fredrik’in babasından dayak yedikten sonra ona ait olan tüm porno dergileri yüzüne fırlatması, Stefan’ın, annesinin ve ablasının her türlü önyargısına ve tüm zorlayıcı tesadüflere ve olanaksızlıklara rağmen babasıyla iletişim kurabilme çabaları, Göran’ın, ablası Elisabeth’in kocasına karşı olan sert ve kesin reddedici tavrından ilham alarak artık utanç ve usanç verici olan Lena’yı kendisinden hiç beklenmeyecek bir tavırla kontrolden çıkarak evden dışarı atması ve tüm öteki değişimler evin üyelerinin kendi bireysel yaşamlarından, tek kişilik hücrelerinden, yalnızlıklarından çıkarak kısa bir süre boyunca birlikte yaşamalarıyla mümkün olmuştur. Musluk tamircisi Rolf’un (Elisabeth’in kocası), yalnız kalmak istemediği için lavabosunu bilerek bozan arkadaşı Birger ile yaptığı konuşmada bahsi geçtiği gibi yalnızlık, en nihayetinde dayanılmazdır:

- Bence yalnızlık dünyanın en berbat şeyidir
- Evet belki de
- Birlikte lapa yemeyi yalnız domuz yemeye tercih ederim. Ama Rockfeller bunu kabul eder mi onu bilmiyorum. Herhalde domuz pirzolası yiyordur

- Biftek fileto
- Evet büyük ihtimalle domuz pirzolası da yemez

Film boyunca iki ayrı kutbu ısrarla simgeleyen et ve lapanın diyalektiğine Göran’ın mutfakta lapa yaparken çocuklara verdiği söylevde de rastlarız:

- Bizim lapa gibi olduğumuzu söyleyebilirsin. İlk önce küçük yulaflardık, küçük, kuru, kırılgan, yalnız.. Ama sonra diğer yulaflar birlikte piştik ve yumuşadık. Oraya katıldık çünkü bir tanecik diğerinden asla ayrı olamaz. Neredeyse çözündük. Birlikte büyük bir lapa olduk. Sıcak, lezzetli ve besleyici, ve evet oldukça da güzel. Yani artık küçük ve izole değiliz. Sıcak, yumuşak ve birlikte bir bütünüz. Kendimizden daha büyük bir şeyin parçasıyız.

Çocukken kendisinin de et yemeyi sevdiği ortaya çıkan Göran’ın bu sözleri ayrıca anlamlıdır. Ancak yine de çocukları hiç değilse bir gün alıştıkları gibi et yemekten alıkoyamaz. Çocukların kimi isteklerinin (et yemek, televizyon izlemek), evin kurallarına taban tabana karşı düşmesine rağmen, ev ahalisi -ya da kimseyi incitemeyen Göran mı diyelim- tarafından koşulsuz yerine getirilmesi, hem hiçbirşeyin çocukların saf ve aç dünyalarının doyurulmasından daha önemli olmadığını, hem de komünizmin sanıldığı gibi bir baskı rejimi olması gerekmediğini vurgulaması açısından da dikkat çekicidir.


Together’ı sinemasal koordinatta kendine has bir noktaya taşıyan bir başka sebep ise, bir dönem filmi olması; ama bir dönem filmi olarak kalmaması. Öyle filmler vardır ki, bir hikayeden çok bir dönemin ruhunu anlatırlar aslında. Kahraman ne bir oyuncu, ne de hikayedir, esas kahraman dönemin ruhudur. Casablanca böyledir biraz, Godard’ın A Bout de Souffle başta olmak üzere pek çok filmi, Truffaut’nun 400 Blows’u, Inarritu’nun Amores Perros’u, Alfonso Cuaron’un Y tu Mama Tambien’i, Scorsese’nin pek çok filmi, Zinnemann’ın From Here to Eternity’si, Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sı, Jacques Demy’nin Les Parapluies de Cherbourg’u içinde bu benzersiz sihri taşıyan kişisellikte, ve tüm döneminin ruhunu içinde taşıyan filmlere örnek olarak gösterilebilir. Moodysson’un Together’ı da 70’lerin sosyalist yaşama kavuşma çabalarına, o dönemin gençliğinin özgürlük arayışlarına, özlemlerine, sıkıntılarına ışık tutuyor ve tüm bunları hakkını vererek yaparken de, sinemasal haritada klasikleşmeye yakın duruyor, üstelik 21. yüzyıla girme arifesinde peliküle çekilmişken.



Together’ın bir başka erdeminin ve insanı kıskıvrak yakalayan sıcaklığının da sahicilik duygusundan kaynaklandığını düşünüyorum. Forever Lilya’da olduğu gibi hiçbir yapay zorlamaya girmeden, her şeyi göründüğü gibi, en insani ve çıplak haliyle sergileyebiliyor Moodysson. Kendisiyle yapılan bir röportajda bu durumu hiç de inkar ediyor gibi görünmüyor zaten: “Ben diyaloglarla ilgileniyorum, bunun için çok çalıştım. İnanılır ses çıkması ve doğru ritimde olması için sürekli olarak yüksek sesle okudum…Önemli olan konuştuğumuz gibi yazabilmektir. Karakterin içine girmenin tek yolu o insanı kendiniz gibi görebilmektir.” Senaryo yazarı Moodysson, yönetmen Moodysson ile birleşiyor. Bunlara bir de şair Moodysson eklenince ortaya “sinema” çıkıyor.

Düşünüyorum da, şu ufacık, kırılgan ve alabildiğine kişisel hayatlarımızın hiç değilse 1 haftasını böyle bir evde, böyle bir zihinsel kopuşla geçirsek neler değişir yaşamımızda? Kilitli kalmış ya da varlığından bile haberdar olmadığımız odalarımızın kapıları açılır mı? Yoksa bu sadece sonunu derviş sabrıyla beklediğimiz can sıkıcı ve asap bozucu bir 1 hafta olmakla mı kalır? Hastalıklı çağımızda pek çok kişinin, düşüncesini duyunca bile tiksineceğine emin olduğum böyle bir yaşantı, hiç değilse bir haftalığına, neler getirir yaşamımıza kestirmek kolay değil. Ancak her akşam kapılarımızın kilidini iki kez çevirip, zinciri takmayı asla unutmadığımızı, eve geldiğimizde ışıkları yakmadan önce ilk iş olarak perdeleri sımsıkı çektiğimizi, altımızda üstümüzde kimlerin yaşadığını bile bilmeden eve girip çıktığımızı, akşamları saatlerce televizyonun jöleli ışığına ebleh ebleh baktığımızı, telefon konuşmalarımızın gün geçtikçe daha fazla resmileştiğini, en sevdiğimiz dostlarımızla bile görüşme frekansımızın ürkütücü bir şekilde seyreldiğini, her türlü maddeci gösterişin en hakiki erdem sayıldığını, itibarın ve saygınlığın banka cüzdanlarının şişkinliğiyle ve kredi kartı limitlerinin genişliğiyle doğru orantıda olduğunu ve daha pek çok şeyi ve daha pek çok şeyi düşünürsek, bu deneyime girişen iyi niyetli insanlarda çok da olumlu bir etki bırakacağını düşünmek maalesef safdillik olur. Ayrıca, birlikte saatlerce ve az sonra kapıcının elinde süpürgeyle gelip kovmayacağı, üzerinde top oynayabileceğimiz bir bahçemizin bile kalmadığını düşünürsek, durumumuz epey trajik görünüyor aslında. Her türlü imkansızlıklara ve zorluklara rağmen Moodysson o ışıklı sinyallerini, 70’lerin her dem taze idealizmini, tutkularını ve özlemlerini, Abba’nın benzersiz ‘aura’sını, çiçek cocukların ruhunu alabildiğine içten ve optimist bir vericiyle gönderiyor çevresine…Tabii ki radarları her şeye rağmen açık olanlara…

Yalnız Bir Auteur: Ömer Kavur


Ben bireyin yalnızlığına inanan bir insanım. Yalnız olan bir insanın kendisiyle hesaplaşması kaçınılmazdır. Sinema yapabilmek için gösterilmesi gereken direncin kaynağı da, bu yalnızlıkla baş edebilme çabasıdır.


Ömer Kavur

Bu yazı Ömer Kavur sinemasını masaya yatırmak, Türk sinemasının az sayıdaki auteurlerinin belki de en önemlisi olan Ömer Kavur’un sinemasının kapsamlı bir okumasını yapmak gibi boyundan büyük işlere kalkışmayacak. Görevi, sadece bu büyük ustayı ölümünün birinci yılında anmak, üzerimde bıraktığı derin izi öznel ve kişisel bir kaygıyla anlatmaya çalışmak olacak.

Sadece Ömer Kavur için değil, sadece sinema sanatı için değil, edebiyatta, resimde, müzikte bir sanat eserini ya da bir sanatçıyı “yaratıcı” olarak anılmasına sebep olan iki temel sebep olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki “benzemezlik” ikincisi ise “sahicilik”. Kavramları açmak gerekirse; ilkinde sadece kendine ait bir fark ediş, duyuş, deyiş, ortaya koyuş estetiğini; tekil olabilmeyi, stil ve üslup sahibi olabilmeyi kastediyorum. İkincisinde ise sanatçı konumundaki kişinin yaşadığı hayatla yapıtının birbirine yakınlaşmasını, giderek iç içe geçmesini ve mümkün olabilirse yek vücutlaşmasını kastediyorum. Bu noktada Ömer Kavur’u yaratıcı kılan bu iki özellikten daha çok ikincinin, Ömer Kavur sinemasında beni esas çeken olgunun üzerinde durmak istiyorum.


Yaşanılan hayatla ortaya konulan yapıtın yakınlaşmasından ne mi anladığım? Yaratıcının hayatı, hayattaki trajedisi, dünyayı algılayış biçimi, yaşam karşısında takındığı mizacı, sıkıntıları, özlemleri, düşleri, bir gün bir yerde söylemek için biriktirdikleri, deneyimleri ile ortaya çıkardığı (bir sinema filmi ya da bir kompozisyon ya da bir roman ya da bir şiirler toplamı…) yapıtın arasındaki mesafenin giderek sıfıra yaklaşmasını kastediyorum. Zira yapıtın sahici olabilmesi, ete, kemiğe, ruha bıçak çekebilmesi, öte-zamana kalabilmesi için yaratıcının kendinden olan sahici şeyleri tüm samimiyetiyle, hiçbir şeyi gizlemeyerek ve tüm ruhunu ve düşüncelerini soyarak yapıtına sokması gerektiğini düşünüyorum. Yapıtın adeta kendi kendini yazdırdığı ya da filme çektiği, ya da bestelediği o çok nadide ve güçlü eserler ancak bu sahicilik duygusuyla yaratılabilmişlerdir. Başka türlüsü ya çok nadir olmuştur, ya da teknik imkanların usta ve yetkin kullanımı girmiştir devreye (-ki onun bile bir gün çıkar ortaya elbet foyası). Pavese belki Joyce kadar usta bir edebiyatçı değil, yapıtı onunki kadar büyük değil, ama şüphesiz çok değerli ve büyük bir yazar. Pavese büyük bir yazarsa bu yaşamıyla yapıtının iç içe girmesiyle mümkün olmuştur. Antonioni yaşamı, kadını, giderek soğuyan bir dünyada yiten aşkı, korkunç bir hızla kapitalistleşen ve vahşileşen dünya karşısında yaşadığı trajediyi taşıdığı için filmlerine 20 YY. sinemasının en önemli on yönetmeninden biridir. Ya da Picasso’nun dünyayı ve evreni çok gözlü, çok katmanlı ve çok bakışımlı algılayış biçimi başka türlüsünü mümkün kılmadığı için doğmuştur kübizm. Thomas Bernhard kullandığı bol tekrarlı, sık sık ve kesik soluk alıp veren büyülü ve gergin dil sayesinde burjuvaziye karşı nefretini kusabilmiştir ancak. Ya da Proust, sayfalar boyu süren cümlelerinin sonsuz labirentinde arayabilirdi ancak yitik zamanın izini, Balzac’ın kullandığı dili kullanarak değil. Ya da Yusuf Atılgan, öykülerinde ve romanlarında kurduğu sıkışmış, tıkılmış, nefessiz kalmış, kasvetli, gerilimli atmosferini ancak o kısa soluklu cümleleriyle dillendirebilirdi.

Nitekim Deleuze “stil” kavramı üzerine yaptığı bir söyleşide bir stilin oluşabilmesi için üç temel faktörün olması gerektiğine işaret eder. Dil’in biçimsel sistematiğinin, kalıplarının, söz dizimlerinin ve sentaksın bireye ait olan ‘söz’le yıkılmasını, bu süreçte kurulan dilin bir müzik sınırına ulaşmasını ve tüm bunların bir zorunluluk sonucu oluşması gerektiğini belirtir.


Bütün büyük yapıtlara ya da sanatçılara baktığımda beni delen esas gücün, söz konusu yapıtı ortaya koyan sanatçının o dili ya da biçimi ya da stili kullanmaya adeta tutsak olması durumu olduğunu görüyorum. Kendiliğinden ve kısmen içgüdüsel ama en çok yaşamsal sebeplerden ileri gelen zaruri ve kişisel bir esaret hali. Ömer Kavur’un sinemasında en üste çıkan (özellikle onu dünya sinemasında bile adını özel olarak anılmasına neden olan) temel dinamiğin bu içsel samimiyet, öznel merceğin koşulsuzca ve korkusuzca kullanımı ve devamında biçim-içerik dengesini kurarken yakaladığı ustalık olduğunu düşünüyorum.

Peki neydi Ömer Kavur’un sinemasında ortaya çıkan bu esrarengiz ve ele avuca kolay gelmeyen kişiselliğin çıkış noktası, önce Kavur’un kişiliğinde ortaya çıkan ve daha sonra iyi ki sinemasına bulaşmış ama ömrü boyunca onu dünya üzerinde mutsuz ve yalnız bir sürgün ruh olarak yaşatan? Kavur’un sinemasındaki ‘theme’lere kısa bir bakış atarak bile bulabiliriz bu farklı duruşun ilk ipuçlarını. Daha ilk filmi olan ve öneminin yeterince anlaşılamadığını düşündüğüm Yatık Emine’den son filmi Karşılaşma’ya kadar sürdürdüğü sinemasal serüveninde temel sorunsallarının yalnızlık, kendine ve topluma yabancılaşma, zaman, ruhsal haymatlosluk, saplantılı ve imkansız aşk, belirli bir mekana sıkışmış, kıstırılmış, hapsedilmiş insan imgesi, arayış-yol-yolculuk olduğunu görüyoruz. Ömer Kavur bugün dünyanın pek çok yerinde adına retrospektifler düzenlenen bir sanatçıysa bunu şüphesiz gittikçe daha derinlerine inmeye çalıştığı theme’lerini ve dert edindiği konuları istikrarlı bir şekilde sürdürmesine borçlu ilkin. İkinci olarak da sadece sinemasal bir dert olarak kalmayan bu çeşitli theme’leri bir hayat sorunu, varoluşsal bir çıkışsızlık kisvesinde algılamasına, bir hayat ve ruh arkeologu olarak yaptığı kazıların sürekli yeni ve yetkin anlamlar ya da anlamsızlıklar keşfetmesine borçlu.

Daha en başında kafasına koymuştu Ömer Kavur “sinema”yı. Hayatla karşılıklı muhasebesini ancak sinema diliyle kapatabileceğini çok erken fark etmişti. 70’li yılların ortalarına doğru Paris’teki ünlü sinema okulu IDHEC’e gidip sinema sanatının inceliklerini öğrenmesinin, sonrasında başladığı yüksek lisansı çok akıllı bir karar verip, iyi ki verip, yarıda bırakması, esas amacına, yani sinema yapmak zorunda olduğunu hatırlaması ve bunu en iyi, en istediği şekilde Türkiye topraklarında yapabileceğini anlayıp yurda dönüşünün altında bu farkındalık yatar. Sinemanın salt sinema olmadığını da çok iyi bilen Kavur (filmlerinde yararını ve izlerini çokça göreceğimiz gibi) gazetecilik ve sosyal bilimler alanlarında da eğitim görür.

Yazımın başlarında Kavur’un theme’lerinden ve onu bu theme’leri derinlemesine incelemeye zorlayan süreçlerden söz etmeye çalışmıştım kısaca. İşte belki de bu nedenle sinema’nın kesinlikle salt sinema olamayacağının farkında olan Kavur, ruhsal akraba hissettiği yazarlara ve onların yapıtlarına kaptırır kendini daha ilk filminde bile. Kendisiyle yapılan söyleşilerde bu konuyu sıkça gündeme getirir, yazabilseydim böyle yazmak isterdim dediği öykü ve ruh durumlarını peliküle kazımasının altından bu engin duyuş yatar. Kimler mi filmlerine el vermiştir öyküleriyle: Yusuf Atılgan, Füruzan, Selim İleri, Orhan Pamuk, Refik Halit Karay. Direkt olarak bir roman uyarlaması olmayan senaryolarında bile Onat Kutlar, Barış Pirhasan gibi edebiyatçılarla çalışmıştır. Filmlerindeki bu şaşmaz başarı ve derin soluk alış, edebi duyuşun felsefeyle, müzikle ve en nihayetinde sinemayı sinema yapan görsellikle bir araya gelişinin bir kombinasyonudur.

Aslında kaba bir ayırım yapmak istersek (ki buna mecbur oluyoruz bir yerde) Kavur’un sinemasını iki döneme ayırmamız mümkün olabilir. Görüntü yönetmeni Renato Fait’in dominant bir karakter sergilediği (ki Ömer Kavur da öyle kabul etmiştir) Yatık Emine’den Anayurt Oteli’ne kadar olan filmlerinde (Yatık Emine, Yusuf ile Kenan, Ah Güzel İstanbul, Kırık Bir Aşk Hikayesi, Göl, Körebe, Amansız Yol) daha çok sosyo-ekonomik ilişkilerin çaresiz bıraktığı insanların trajedilerini, acılarını, dramlarını yansıtmıştır beyazperdeye. Ancak pek çoklarının papağan misali tekrarladığı gibi salt toplumcu bir bakış değildir Kavur’unki. Yılmaz Güney’in katıksız ve güdümlü toplumsal gerçekçi çizgisine en çok yakınlaştığı ve solcu yanını belirgin bir şekilde gösterdiği ve kanımca Türk sineması’nda sokak çocuğu gerçekliğini en başarılı ele alan film olan Yusuf ile Kenan’da bile bireye, insan ruhuna dönmüştür bir yüzünü. Refik Halit Karay’ın Memleket Hikayeleri’ndeki öykülerinden biri olan Yatık Emine’de ahlâki ve insani anlamda çürümüş bir toplumsal arka planda (ne tesadüftür ki daha ilk filminde bile kasabayı mekan seçmiştir kendine) bireyin çaresizliğini, yoz bir taşra gerçekliğinde yabancı bir kadın olmanın trajedisini anlatmıştır. Katıksız bir gerçekçi öykü olan Yatık Emine’deki kadının bir cinsel arzu nesnesi olarak ortaya konuşunu anlatırken yer yer Bunuel’i hatırlamam Kavur’un yukarıda detaylıca ifade etmeye çalıştığım kişisel bakış açısının eseridir. Yusuf ile Kenan’ın kısmen güdümlü olsa bile, dikkate değer başarısının altında değişen toplumsal koşulların etkisindeki insan gerçekliğini, hatta özelinde çocuksu saflığı ve çaresizliği De Sica’yı aratmayacak minimalist ve hümanist bir tavırla yansıtması yatar. Kanımca ilk dönem filmlerinin en başarılısı olan Kırık Bir Aşk Hikayesi’nde sinemanın bu en ölümsüz theme’ini “aşk”ı, “imkansız aşk”ı anlatırken Goretta’ın Dantelci Kız’da yakaladığı melodramik yetkinliğine ulaşması dikkat çekicidir. Aysel’e sadeliğin altında yatanları bir bilsen diyen ve hiçbir zaman ortaya çıkarmaya, eylemleştirmeye cesaret edememiş Fuat’ın içsel öfkesi, özgürlük arayışı, aşkınlaşma çabası iç sızlatıcıdır. Birazdan daha detaylıca değineceğimiz ikinci dönem filmlerine yapı ve kurduğu dil açısından en çok yaklaşan filmi olduğunu düşündüğüm Göl’de kullandığı pek çok theme’in (benzerlik olgusu, saplantı, mekansal sınırlanmışlık, yazgı, kaçış, özgürlük, cinsel açlık) tek bir filmde böylesine başarıyla harmanlanması, geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin anlık sıçrayışlarla iç içe girmesi, eriştiği gerilim düzeyi, kurduğu boğucu, karamsar ve karabasansı atmosfer Nicholas Roeg’i biraz uzaktan da olsa anımsatır bana.

Türk Sineması’nın tartışmasız en iyi beş filmi arasında gösterilen, Kavur’u dünya sinemasında da kendine özgü ve ayrıcalıklı bir yere taşıyan Anayurt Oteli ile başlayan, Gece Yolculuğu, Gizli Yüz ve Akrebin Yolculuğu ile devam eden ikinci döneminde ise Kavur, vizörünü artık sosyal ilişkilerden, toplumsal açmazların yol açtığı bireysel dramlardan çekmiş ve tamamen bireyin iç dünyasına, ruhsal boşluğuna, varoluşsal açmazlarına, dünyayı, zamanı algılayış biçimine çevirmiştir. Sosyal ilişkiler elbetteki bütünüyle reddedilmez; ancak Kavur hikaye anlatmaz artık. Konvansiyonel olana iyiden iyiye sırtını dönmüştür. Kavur’un bu filmlerdeki temel sorunsalı dünya karşısında tek başına durmaya çalışan bireyin, salt kendi ruhuna içkin olan, ve herkesten habersiz yaşadığı trajik ve karmaşık iç dünyasının ortaya konması çabasıdır.


Kavur aslında kendini çeker peliküle. Bu dört filmi, “saat” nesnesiyle vücut bulan, algılanan ve sorgulanan zaman kavramı, yalnızlık, yabancılaşma, psişik kimlik arayışının filmleridir. Yalnızdır Kavur’un kahramanları, ezeli ve ebedi bir yalnızlık dolambacında istemsizce sürüklenirler. Göl’de Nalan ile Murat Ağa arasında yaşanan diyalogda olduğu gibi:

- Neden yalnızsınız?
- Herkes yalnızdır. Başkaları da , siz de

Kavur kendi yalnızlığını karakterleri aracılığıyla deşifre eder. Yaşam karşısında duyduğu korkuları, sıkıntıları, acıları karakterlerinin cisminde somutlaştırır. Bir yerde; kişisel, ve sürekli mağlup olunacağının, ağzı burnu kan içinde çıkılacağının çok iyi bilindiği romantik bir intikam çabasıdır bu girişim. Zebercet, henüz Paris’te genç bir sinema öğrencisiyken okul masraflarını karşılamak için benzerî izbe ve küçük bir otelde katiplik yapan Kavur’dur biraz. Gece Yolculuğu’ndaki yönetmen Ali, yaratma sıkıntısı çeken, sinema yapma hevesini yitiren, hayatını, geçmişini sorgulayan Kavur’dur. Gizli Yüz’deki, o gizli yüz kendini gösterince binlerce sırrın bilineceğini düşünen, yitik aşkı, yitik zamanı arayarak delirme sınırına ulaşan genç fotoğrafçı da Kavur’dur. O enfes son sekansta genç fotoğrafçıyı değil kendini teselli etmektedir Kavur. Gizli Yüz’deki izleklerini devam ettirdiği için eleştirilen Akrebin Yolculuğu’nda yine zaman’ı sorguladığı sonsuz yolculuğuna devam eder. Bu ikinci dönemin ardında pek çoklarına göre daha yalın öykülere ve anlatım tekniklerine döndüğü için başarısız olarak addedilen Melekler Evi ve Karşılaşma’yı çeker. Özellikle Karşılaşma’nın talihsizliği bu gittikçe yükselen, ve en üst noktaya ulaşan zirveden sonra, karmaşık yapı ve anlatım biçimlerinden vazgeçip daha naif bir öyküyü (ne kadar naif olabilirse artık) daha dolaysız bir dille anlatmış olması mıdır? Eğer öyleyse; Fassbinder’in Fear Eats the Soul’unu ya da Bergman’ın Autumn Sonata’sını, ya da Cassavetes’in Gloria’sını, Lynch’in Straight Story’sini de bir başarısızlık örneği olarak mı değerlendireceğiz? Bir yönetmenin bizi alıştırdığı sinema dilinden, biçimsel ve içeriksel anlamda kabul görmüş kodlarına duyduğu sadakat üzerinden mi yargılayacağı filmleri. Karşılaşma’daki öyküyü ancak Karşılaşma’da kullandığı dille anlatabilirdi Kavur. Karşılaşma, belki Ömer Kavur sineması deyince ilk akla gelen film olmayacak; ancak Ömer Kavur’a ait bir film olarak değil, tek başına bir sinema filmi olarak değerlendirildiğinde kusursuza yakın bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.

Birinci dönem-ikinci dönem gibi kaba ayrımlara girmeden bile Kavur sinemasında en başından en sonuna kadar süregelen belli başlı başka öğelerin de olduğunu düşünüyorum. Bunlardan belki en aşikar olanı, en çok dillendirileni; öykülerindeki karakterlerinin sürekli ve ne zaman biteceğini kendilerinin bilmediği bir arayış ve kaçış durumu içinde olmalarıdır. Bu arayış ve kaçış, toplumsal zaruriyetlerden kaynaklandığı gibi salt ruhsal boşluğun dayatmalarından da kaynaklanabilmektedir. Kahramanlar, büyük şehirden (ki bu büyük şehir istisnasız İstanbul’dur) bir taşra kasabasına (çoğunlukla yalnız, terkedilmiş, boğucu, gizemli, büyülü, çok dilli, sırlara gebe Anadolu kasabalarıdır) sürüklenirler türlü sebeplerden.Elif Şafak’ın bir yazısında belirttiği gibi “İstanbul’a ya bir şeylerden kaçılarak varılır, ya da gün gelir ondan kaçılır” ın ikinci bölümüne yazgılıdır Kavur’un birinci dönem filmlerindeki karakterleri ya da ikinci dönem filmlerindeki ruh kardeşleri.

Yatık Emine’de fahişe olduğu gerekçesiyle taşraya sürgün edilen Emine, Ah Güzel İstanbul’da fahişe Cevahir, Kırık Bir Aşk Hikayesi’nde devletin kader mahkumu, tayini bir Anadolu kasabasına isabet eden edebiyat öğretmeni Aysel, Amansız Yol’da kocasından ve peşlerine düşen haydutlardan kaçan Hasan ve Sabahat, Göl’de assolistlik yapmak üzere o her anlamda boğucu kasabaya gelme gafletinde bulunan Nalan Şeyda, Körebe’de Meral’in çocuğunu aramak için yollara düşen Turgay, Anayurt Oteli’nde ömrünü kasvetli bir taşra kasabasının izbe bir otelinde katiplik yaparak tüketen ve sonunda cinnet geçiren Zebercet, Gece Yolculuğu’nda kendini aramak üzere yola çıkan ve sonunda işi terkedilmiş ve yıkık bir kilisede yaşamaya kadar vardıran yönetmen Ali, Gizli Yüz’ün esrarını bulmak için İstanbul’dan kalkıp köhnemiş, hayaletsi kasaba sokaklarını arşınlayan genç fotoğrafçı, Akrebin Yolculuğu’nda zamanın ve esrarengiz bir cinayetin çekim alanından kurtulamayan Kerem, hatta en son olarak Karşılaşma’da bile yine bir fotoğrafın, yani bir nevi gizli yüz’ün peşinden Gökçeada’lara kadar giden Sinan, hepsi büyük şehirden, görece her şeyin ortada ve anlaşılır ve kullanışlı olduğu ama aslında hiçbir şeyin derin ve anlamlı ve anlaşılır ve huzurlu ve saf olmadığı büyük şehirden; gizlerin, zamanın, yitirilmiş aşkların, sessizliğin karşı konulmaz gürültüsünün ruha derinlemesine zuhur edeceği, görünür olacağı taşraya, ama ille de yitik, çetrefil, izbe, karanlık, köhne, karamsar, acı ve sessiz bir taşra atmosferine doğru sürüklenirler. Bu sürekli yolda oluş durumu, arayış ve yolculuk olgusu Kavur’un hayat karşısındaki kişisel açmazlarının çeşitlendirmeleridir aslında. Büyük oranda büyük şehrin resmedildiği filmlerinde bile (Körebe), ekrana yansıtılan geniş caddeleri, alışveriş merkezleri, ışıklı vitrinleri, cafeleri barlarıyla soluk alan bir büyük şehir değil, şehrin taşrasıdır bu kez.

Yalnızca Yusuf ile Kenan’da taşradan, Taşdere’nin Beşgöz mevkiinden İstanbul’a yapılmış zorunlu bir göç söz konusudur. Burada Kavur’un temel derdi kabaca toplumsal yozlaşmanın öncülük ettiği bir ortamda sokak çocuklarının çaresizliğini anlatmak olduğu için böylesi bir ters hareket mümkün olabilmekte. Ömürlerinin henüz ilk demlerini yaşayan Yusuf ile Kenan’ın örneğin 10 sene sonraki hallerini tekrar peliküle almak isteseydi Kavur, eminim onları bir sebepten tekrar taşraya gönderirdi.

Kavur sinemasının üzerimdeki bıraktığı etkileri tek tek filmlerinin üzerine detaylıca eğilmeden genel bir bakışla anlatmayı denediğim bu iddiasız yazıda son olarak Kavur sinemasında ve önemsediğim tüm öteki yönetmenlerin sinemalarında ortak olduğunu düşündüğüm bir başka noktaya kısaca değinmek istiyorum. Seyirci ile araya konulan bilinçli mesafedir bahsetmek istediğim. Neye mi yarar? Kendisini fazlasıyla önemseyen ve ciddiye alan bir yönetmen karşısında olduğunu duyumsatır seyirciye, onurlu ve şahsiyetli ve özgün bir duyarlılık getirir, iğdiş edilmemiş kişisel bakışı sağlar, yerli yabancı kucak dolusu ödül getirir (çok da elzem değildir aslında), ne mi kaybettirir? En başta yığınlarca seyirci kaybettirir, sayfa sayfa, ekran ekran, afiş afiş reklam kaybettirir, gala yapamazsınız ya da yapmazsınız, vıcık vıcık magazin kokmazsınız, yapımcılarla aranız iyi olmaz, kitleler sizi tanımaz, afyon yutmuş kuzuların kasabasında geceleri yalınayak dolaşan mezarlık bekçisi olursunuz.

Cioran bir söyleşisinde şöyle söyler: Biri niçin iyi şairdir de, öteki değildir? Öteki daha etkili olduğundan mı? Niçin onun şiiri kalıcı değildir? Çünkü eylemlerinin kökenini oluşturan şey, derin olan şey yoktur onda. Sanatın tüm dalları için geçerli bu saptama. Son dönem Türk sinemasında Nuri Bilgi Ceylan’ı, Zeki Demirkubuz’u, Semih Kaplanoğlu’nu, Derviş Zaim’i, Uğur Yücel’i, Yeşim Ustaoğlu’nu ve muadillerini ötekilerden ayıran temel faktör bu derinlik nüansıdır. Sinemanın salt sinemaya içkin olmadığını bilen bir entelektüel duruş, alt-metinlerle yüklü bir senaryo, ucu çok anlamlı bir alımlama estetiği, disiplinlerarası yaklaşım farkı bu derinliği yaratan belli başlı etmenlerdir.

Her yönetmen için sinematografisindeki tüm filmleri arasında kişisel bir sıralama yaparım. En beğendiğim filmden en az ya da hiç beğenmediğim filmlerine doğru. En üst sıraya koyduğum filmler her zaman ayrıca kıymetli olur benim için. O filmleri savunmam, fırsat bulduğum her ortamda ya da hiçbir ortamda(!) arkalarında durmam gerektiğini düşünürüm nedense. Bu en beğendiğim film, eleştirmenlerce ya da sanatsal kriterlerle değerlendirildiğinde en iyi filmi olmak zorunda değildir o yönetmenin. Kavur için de öyle bir film vardır benim için elbette. Son derece kişisel ve öznel bir seçim olduğunu tekrar tekrar vurgulayarak, ne midir o film: Kırık Bir Aşk Hikayesi

Uygarlığın Döndüremediği Tekerlek

sür sür arabanı, gez sokakları

neşeli, keyifli, tasasız çıkar hayatın tadını

Susam Sokağı

Uygarlık en başından beri lineer bir yolda ilerlemeyi seçti. Pozitivist anlayışla doğrusal olarak ileri doğru yapılan her hamle iyiye, güzele, doğruya denkti. İlerlemek, ileri gitmek, ileri sıçramak, ileri ülke… ‘İleri’ ve ileri doğru yapılan her hamle keşfedilmeyi, anlaşılmayı, kazanılmayı, sahiplenilmeyi bekleyen bilgiler, anlamlar, olanaklar, ihtimaller kalesine yapılan kuşatmalardı. ‘Geri’ ise hem sistematik hem de çağrışımsal olarak negatif, olumsuz, eksik ve kötücül anlamlara sahipti. Gerilemek, geri vitese takmak, geri zekalı… Yazı gibi, ateş gibi, uygarlığın temsilî ikonlarından biri olan “tekerlek”; insanları, insanlığı ileriye götürmesi için icat edilmişti insanoğlu tarafından. İnsanı fiziksel enerji harcamaktan kurtardığı gibi, yapılması zorunlu olan işin daha hızlı, daha kolay, manevi ve maddi açıdan daha az zahmetle ve daha ucuz maliyetle yapılmasına hizmet ediyordu. Tekerleğin işlevsel özellikleri, daha doğrusu dünyanın gelişimine paralel olarak seyreden temel sıçrayış dinamikleri; uygarlık adına yapılan tonlarca icadın, uğraşın, teknik gelişmenin, sanayi devriminin, daha pek çok bileşenle (bankalar sistemi, tekelleşen medya, uluslararası finans ağları, teknolojik devrim ve teknotüketim araçları vs.) bir araya gelerek bizi en nihayetinde kapitalizmin kucağına oturtmasıyla milenyum serüvenini tamamladı.

Uygarlık ve insanlıkla böylesine tehlikeli ve gerilimli bir ilişkisi olan “tekerlek” kendisini yük taşıyorken hayvan, hayvan taşıyorken insan taşırken buldu. İnsan, önceleri çoğunlukla başkasının kullandığı bir araç ya da bir toplu taşıma aracı (at arabası, kağnı, tren*, tramvay…) sayesinde bir yerden bir yere gidebiliyordu. 1886 yılında Alman mühendis Karl Benz tarafından ilk defa satış amaçlı üretilen otomobil kendi gideceği yeri kendi belirleme gücüne sahip bir araç olarak 19.yy’ın sonunda ama daha çok 20.yüzyılın başlangıcıyla birlikte şehir hayatına girdi. Henüz ilk arabaların korkunç vızıltılarıyla yolları tarumar ettikleri yıllarda bir fırıncı çocuğu olan Oskar Maria Graf arabaların vızır vızır geçişleriyle ilgili izlenimlerini şöyle anlatacaktı: “O zamanlar yöremizde, ilk, henüz oldukça kaba saba otomobiller sahneye çıkmışlardı. Bu yüzden, homurdayan canavarlar gibi dolaşıyorlar, yüksek sesli vızıltılarla caddelerden geçiyorlar, benzin kokuyorlar ve kalın toz bulutları kaldırıyorlardı. İçindekiler de daha az çirkin değildiler, hatta tehlikeli görünüyorlardı. Erkekler kasketlerini yüzlerine gömmüşler, geniş pardösülerinin yakalarını kaldırmışlardı, ve devasa şapkalarıyla kadınlar da sık, çoğun beyaz örtülerle örtünmüşlerdi. Koyu renk gözlükler takmışlardı, bu da hortlak görüntüsünü daha da arttırıyordu. Böyle bir tehlikenin çok uzağına kaçmış ve onu uzaktan, korka korka ve düşmanca izlemiş oluşumuza şaşmamak gerekir.”


John Orr’un “Metalaştırılmış Şeytanlar II: Otomobil” isimli yazısında ifade ettiği gibi, insanın araçsal ve simgesel eylem biçimlerini birbirine bağlayan en güçlü araçlardan biri olan otomobil sahiplerinin toplumsal statülerini ve bir dereceye kadar da kimliklerini tanımlayan simgelere dönüştüren çeşitli marka ve modellerin rekabeti sayesinde, kapitalist ülkelerde bu alanda büyük ilerlemeler kaydedilmiş, insanlar kullandıkları arabayla bir ölçüde kim olduklarını ifade etmişlerdi. Şekil, büyüklük, hız ve konfor günlük yaşamda maddi avantajlar sağlamıştı. Öyle ki, bir kendini ifade etme biçimi, statü ve itibar nesne-makinesi hâline gelen otomobil başlı başına büyük bir endüstriyel sektör hâline geldi ve merkezden çevreye yayılan bir otomobil kültürünün ve terminolojisinin oluşmasını da sağladı. Wolfgang Ruppert’in ifade ettiği gibi otomobil kültürü sayısız maddi nesne sundu: Oto servisi, oto alım-satımı, auto-center, otomobil tamiri, oto aksamı, oto butiği, auto-tuning, oto radyosu, araç telefonu, otomobil sporu, spor araba, otomobil konforu, lüks limuzin, kent spor aranası, auto-styling …

Otomobilin birincil düsturu bireye toplu taşıma araçlarına muhtaç olmadan hareket edebilme imkanını sağlamasıydı. Otomobil sayesinde artık, istenilen yere gidebilmek için herkes tarafından kabul edilmiş belirli bir saati beklemek, belli bir yere gidip ötekilerle birlikte aracın perona gelişini can sıkıntısıyla izlemek ortadan kalkıyordu. Arabası olanlar için rötar kavramının artık bir anlamı kalmamıştı. Topluma karışma, istenilmeyen yüzlerle karşı karşıya gelme, balık istifi olma, ter koklama eziyeti sona eriyordu. Toplu taşıma araçlarının durma ve kalkma, sonra yeniden durma ve yeniden kalkma otomatiği araba ile noktalanıyordu. Kesintili, tek ve sabit bir hat üzerinde gezme anlayışı nihayete eriyordu. Otto Julius Bierbaum bu dönüşümü şöyle açıklıyordu: “Tren, geziye çıkan yolcuları, gezip geçenler yapmıştı. Ama biz artık, yolculuk tarifesinin bir durak öngörmediği tüm güzelliklerin önünden geçip gitmek istemiyoruz. Artık yeniden gezmek istiyoruz., özgür beyler olarak, özgür belirlemelerimizle, özgür zevklerimizle… Otomobilde yolculuk etmek, sadece gövdesel değil, aynı zamanda ruhsal bir mesajı da beraberinde getiriyor ve canlandırıcı, ferahlatıcı özelliği tam da burada yatıyor. Edilgin yolculuğun yerine, yeniden etkin yolculuk geçiyor.

Wolfgang Ruppert’in “Otomobil: Uzam ve Zaman Üzerinde Egemenlik” yazısından öğrendiğimiz üzere teknolojinin güdümünde nitelikleri gün be gün yükselen otomobiller niceliksel olarak da hızla yol katediyordu. Örneğin 1935 yılında 795,000 otomobil varken, bu rakam 1939 yılında 1.426.000 olmuştu; 1963 yılındaki 6.807.000 rakamı 1971 yılında 14.377.000’yi bulmuştu. İnsanların binek otomobilleriyle ya da toplu taşıma araçlarıyla aldıkları ortalama günlük yol da uzamıştı. 1960’da günde ortalama 12.5 km yol giden insanoğlu, 1970 yılında 20.6 km, 1985 yılında ise 27.2 km yol gitmeye başlamıştı. İnsanoğlunun bir yerden bir yere gitmesi, hareket etmesi, yer değiştirmesi, ama esas vurucu olanı fiziksel güçle gitme olanağı bulunmayan yerlere gidebilme fırsatı veren otomobil şüphesiz ki sinemanın da ilgisini çekecekti. Söz konusu olan, şehir insanının şahsi malı olan araba ise, sinema da arabayı kendinden beklenildiği gibi şahsiyetli bir tavırla ele alacaktı.

İnsan neyse arabası da oydu aslında. Ruhsal ikiz işlevi görüyordu sahibi için araba. Duruma göre toplumsal kurum ve aygıtlardan bir kaçış, arayış ve özgürleşme aracıyken (Fear and Loathing in Las Vegas, Y Tu Mama Tambien, Rebel Without a Cause, Pierrot Le Fou…) yeri geldiğinde kanundan ve karakamunun soğuk yüzünden zorunlu bir kaçış işlevini görüyordu (In Cold Blood…). Yeri geldiğinde ise bu ikisini eş zamanlı olarak kotarıyordu (Bonnie&Clyde, Badlands, Wild at Heart, Thelma&Louise, Natural Born Killers….).



Kimi zaman da amaçsız , hissiz, hiçliğin sınırında gezinen insanoğlu arabayı bir uzvuymuş gibi uzaklara, cümlesiz, tâkatsiz, ipe sapa gelmez uzaklara, güneşin kavurduğu çöllere, uçsuz bucaksız tarlalara, dermansız çayırlara sürüklüyordu. Araba, bu yaralı ruhların dert ortağı, onları toplumdan, rasyonel dünya algısından, koşullanma ilkesiyle hareket eden şehir hayatından çekip alan arkadaşları, eksik bedenlerini, kayıp ruhlarını bütünleyen ikizleriydi.

Örneğin, Gus Van Sant’ın Gerry’sinde telos’unu yitirmiş iki Gerry de amaçsızca ve neredeyse istemsizce çöle giderler. Bu uzak, ıssız ve yaban topraklarda ne aradıklarını, ne amaçla buraya geldiklerini bilmeyiz. Dramatik örgü, temsili eylem bütünlüğü ve tutarlılığı radikal bir tavırla çöpe atılmıştır. Çünkü yaşanılan bu çağ dramatik örgü bütünlüğünü, Aristotelesçi geleneksel anlatım biçimlerini kaldıramayacak kadar, eksilmiş, parçalanmış, kendine yabancılaşmıştır. İki Gerry de Güneybatı Amerika’ın kızgın çölünde birden terk ederler arabalarını ve yok oluşa, hiçliğin rahmine doğru çekilirler. Araba ilk başta şehirden yabana götüren ulvî bir araçken, sonrasında birden görevini tamamlar, şehri hatırlatan, şehri peşinden sürükleyen bir araç olduğu için terk edilir. Bu yabansı arazide, az sonra kayboluşun buruk şiirinin yazılacağı bu hikmetsiz topraklarda bir fazlalık, gereksizliktir. Bruno Dumont’nun Twentynine Palms’ında da benzeri bir kayboluş öyküsüne tanık oluruz. Yine benzeri bir başka iki yaralı ruh David ve Katia jeepleriyle çöllerde, uzak topraklarda, tanrının dilini kestiği kasabalarda amaçsızca dolaşırlar. İlk defa girdikleri bu izbe kasabaların ucuz motellerinde sevişirler, sabah olunca jeeplerine binip devam ettikleri yolda arabadan birden inip kayalık bir tepeye çıkarlar, çırılçıplak soyunup kayaların üzerinde saatlerce yatarlar. Bu ayrıksı ve tehlikeyle arz-ı endam eden ilişkinin devingenliği sağlayan araba, bir yandan onları gözlerden uzak iklimlere götürürken, bir yandan sonlarını da hazırlayacaktır.

Gerryler, Katie ve David için ölüm bile anlamını yitirmek üzeredir neredeyse. Otomobil onları özgürlüğe, keyfiliğe, sonsuz bir serbestliğe, sınırsızlığa, amaçsızlığa, boşluğa götürürken, ölümün topraklarında da dolaştırır bir yandan. Uzaklara gitmenin anlamı biraz da budur. Ve onlar ölümün topraklarında gezindiklerinin yarı açık bir şuurla da olsa farkındadırlar. İranlı yönetmen Kiarostami ise çok daha dolaysız bir tavırla intihar olgusunu açığa çıkarır. Onun arabası, kendi bilincine hakim, ne yaptığını bilen bireyin yok olma arzusudur. Taste of Cherry’de üzerine son toprağı dökmek için arabasıyla yine uzak topraklara kaçıp, yoldaşını arayan Badii uzaklaşmak, kaybolmak, hiçliğe karışmak için arabasının imkanlarından yararlanan bir başka sefil ruh portresi çizer.

Roeg’in eşi benzeri olmayan Walkabout’unda çocuklarıyla çöle giden ve cinnet geçiren burjuva baba son nefesini vermeden önce siyah renkli Beetle’ından benzin dolu bir bidon alıp ateşe verir ve sonrasında da kendini vurur. Şehirdeyken, burjuva değerlerinin simgesi olan siyah renkli Beetle, şimdi bu yaban çölde ateş ve duman çıkaran kara bir mezar olmuştur.

Bob Rafelson’un, bu yazıda geçiştirilemeyecek kadar önemli olduğunu düşündüğüm başyapıtı Five Easy Pieces’te ise araba, Robert’in burjuva kültürünün bir uzantısı, vazgeçemediği, o her şeyden (ailesi, evi, müzik, burjuva hayatı, entelektüel çevre…) vazgeçip de ondan vazgeçemediği, özgürleştirici, kendisine hareket serbestisi kazandıran oyuncağı iken, bir yandan da filmin özellikle unutulmaz son sekansında daha da baskın bir şekilde öne çıktığı gibi kaçıp kurtulmak istediği hayatının, ne burjuvaziyi ne de proleterliği içselleştirebilmiş sürgün ruhunun ardında bırakmak istediği bir nesnedir. Nefret ettiği işine giderken bindiği arabasıyla trafikte tıkanmış bir halde beklerken, ileride daha fazla alışık olacağımız sinir nöbetlerinden birini geçirir. Arabadan iner, kendisi gibi işe gitmek zorunda olan insan güruhuna okkalı küfürler savurur, köpekle köpekleşir, öfkesi kendine olduğu kadar toplumsal yapının ta kendisinedir. Arabasının iki önünde duran nakliye kamyonuna atlar, türlü ev eşyasının bulunduğu kamyonda piyanoyu seçmesi zor olmayacaktır. Korna sesleriyle cinnet balosuna dönen trafikte piyano resitali verir, ama etrafındakilere değil, salt kendi bozkırkurdu ruhuna. Son sekansta ise araba; ceket gibi, cüzdan gibi, kimlik gibi, Rayette gibi ona geçmişi hatırlattığı, nefret ettiği hayatının kıdemli bir aktörü olduğu için unutulmak, terk edilmek zorundadır. Rayette’i terk etmenin, kendini inandırdığı en kolay yolu budur. Yine Nicholson’un oynadığı bir Antonioni filmi olan Professione: reporter’daki unutulmaz David Locke gibi Robert da kendinin bile kendine yük olduğu acımasız bir ağırlıktır. Catherine’nin yüzüne vurduğu gibi ailesini, işini, toplumu, ama daha önemlisi kendini bile sevmeyen, saygı duymayan bir insana nasıl güvenilebilir. Robert hayatı boyunca kaçmıştır. Ailesinden, burjuva hayatından, şehrinden, dostlarından… Vardığı noktada ona deli gibi aşık, saf bir proleter kızı olan Rayette’ten ve kendinden kaçmaya devam eden bir kendine sürgündür. Şimdi de, uzunca bir süredir sürdürdüğü proleter hayatından, sersem dostlarından, yaptığı nefretlik ve ağır işlerden sıkılmış; geçmişiyle hesaplaşmak için babasının hastalığını fırsat bilip çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği malikaneye gelmiştir. Yıllar yılı bir türlü konuşamadığı, yüzleşemediği, derdini anlatamadığı babasına, en mümkün zamanda, felçli, sağır ve konuşamaz bir haldeyken kendini anlatabilmektedir. Babasına da dediği gibi o sürekli dolaşmaktadır, ama bir yere varmak için değil, bir yerde sürekli olarak kalamadığı, kendini bulunduğu yerden uzaklaşmak zorunda olduğunu hissettiği için. Araba, ona hareket etme özgürlüğünü sınırsızca tanıyan, onu uzaklaştıran, bu anlamda ruhuna en yakın akrabadır. Piyanosunu terk ettiği kadar kolay değildir arabasını terk etmek. Nitekim, burjuvaziden proletere yapılan keskin geçişte piyanonun yeri yoktur, ancak araba olmazsa olmaz bir gerekliliktir. En sonunda ise artık kaçacak bir yer bulamadığı için, kaçmanın, uzaklaşmanın ince sınırında kaybolduğu için araba da terk edilir. İstese cüzdanını, kimliğini, geçmişini ve Rayette’i daha az radikal ve acar bir tavırla da terk edebilecekken, nihilizm ile varoluşçuluk’un tuhaf biçimde birbirine karıştığı bir düzlemde hayatını yüz seksen derece sapmaya uğratır.

Sinema, çoğu zaman arabayı bir kaçış, arayış ve özgürleşme aracı olarak kullanırken zaman zaman da arabanın bedenleştirilmesi ve kişileştirilmesine, imgesel ve düşünsel bağlamda araba suretindeki canlılara dönüştürülmesine şahit oluyordu (Crash, Christine). Bu kez nesne-araba değil, insan-araba insanı hak ettiği ve peşinden koştuğu özgürlüğe kavuşturacaktı. Carpenter’ın Christine’inde 1958 Detroit doğumlu Chrsitine isimli dişi otomobil , bir canlı gibi kendi kendine hareket ediyor, nefes alıp veriyor, yeri geldiğinde kendine makyaj yapıyor, üstünü başını düzeltiyor, kıskanıyor, sinirleniyor, intikam alıyor ve seri cinayetler işliyordu. Kendine ait bir bedene ve bir ruha sahipti. Arnie, onun hem sahibi, hem sevgilisi hem de yeryüzündeki kader arkadaşıydı. Başlangıçta sünepe, silik, kılıbık bir karakter olan Arnie, Christine sayesinde arkadaşlarına ve ailesine kafa tutabilen, cesur, gözü pek bir delikanlıya dönüşmüştü. Arnie’yi kimseyle paylaşamayan, onu değiştiren, dönüştüren Chrsitine ise tıpkı bir femme fatale gibi Arnie’nin tahmin edilmesi güç olmayan sonunu da hazırlıyordu.


Araba bir insan kişiliğine bürünürken cinsel bir obje kimliğinden de nasibini alıyordu. Gündelik hayatta özel deterjanlarla yıkanan, özel kremlerle cilalanan, ovulan, okşanan, santim santim elden geçirilen bir aşk nesnesiydi. Gündelik dilde güzel bir araba için çoğu kez kullanılan “kız gibi” benzetmesi boşuna uydurulmamıştı. Özellikle cepheden baktığınızda farları, tamponu, ızgarası, sis lambaları, aynaları, tasarımı insan yüzünü anımsatırdı. Her arabanın her modeli farklı insan yüzlerine karşılık geliyordu. Ağlak suratlı arabalar da vardı, seksi bakanlar da; yüzünü ekşitenler de vardı, gülümseyenler de…Profilden baktığınızda ise kıvrımları, sivri hatları, yuvarlak hatları ile yatmış bir insan bedenine benzetebilirdiniz. İki arabanın arka arkaya, ya da kafa kafaya çarpışması ise iki insanın sevişme eylemine karşılık gelebilirdi. Nitekim Cronenberg’in Crash filmi tümüyle bu fetişist yapı üzerine kurulmuştu. Marco Ferreri’nin sürrealist motiflerle yüklü kara mizah başyapıtı La Grande Bouffe filminde de toplumsal iflasın en Kazanova, en kitsch, en cevval, en duyarsız temsilcisi Marcello, “becermek” istediği irikıyım Andrea ile, yeni tamir ettiği mavi renkli Bugatti’si ile köşkün bahçesinde bir ileri bir geri gidip gelirken, ereksiyona ulaşmaya çalışan bir yeniyetmeyi anımsatır. Cinsel deneyim sırasında bir ileri bir geri giden erkek cinsel organı gibi Bugatti de, köşkün bahçesinde bir ileri bir geri gidip durur. İnce, zarif, yuvarlak hatlarıyla, hız ve güç kapasitesiyle erkeğin cinsel organını anımsatan Bugatti arzunun makineleşmiş hâlidir. Bugatti’nin bir ileri bir geri gidip gelmesi ve aslında hiçbir yere gitmiyor olması nasıl anlamsız ve saçma ise, bütün hücreleri iflas etmiş toplumsal yapı içerisinde cinsellik de anlamsız, içi boş, düşünce ve estetikten uzak bir zevk eylemine dönüşmüştür. Sonrasında Bugatti’sinin direksiyonunda buz tutup ölen Marcello’nun görüntüsü, donmuş, erilliği kaskatı kalmış, haz duygusu, içsel arzu ve tutkusu kabuk bağlamış bir uygarlık deneyimini andırır.

Aslında yukarıda verdiğimiz bütün örneklerde de görebildiğimiz gibi araba, pratikte yarar sağlayan bir nesne-makine olmasının yanında, sevilen, üzerine titrenilen, aşık olunan, bir sevgili gibi uzaklara kaçılan, dert dinleyen, ama bir yandan da acı veren, sıkıntı yaratan, problem yaşatan bir kader arkadaşıydı insana. İşte bu koşulsuz ve sınırsız sevginin en güzel örneklerinden biri Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü romanından Tunç Okan’ın sinemaya kazandırdığı ‘Sarı Mersedes’ti. Üzerine hastalıklı bir şekilde titrediği ve Balkız diye çağırdığı Sarı Mersedes, çalışmak için yıllar önce gittiği Almanya’dan yurda dönen işçi Bayram için hem bir sevgili, hem köyündeki insanların gözünde sağlayacağı bir statü ve itibar sembolü, hem yavuklusu Kezban’ı etkilemenin en direkt ve kolay yolu, hem dört tekerlekli bir barınak, hem de koşulsuz dert ortağıydı. Kapıkule’den İç Anadolu’nun unutulmuş bir köyüne yaptığı yolculuk boyunca şahit olduğu onca kaza, talihsizlik, insan dışı durum, onca yıl sonra memleket topraklarına dönüp dehşetle fark etmek zorunda kaldığı bu kötülük toplumunun karşısında sığındığı, içine girdiği, yol aldığı, onu bu tehlikeli ve cehennemsi yollardan çekip alıp çocukluğuna, masumiyete, köyüne götüren Mersedes, sürekli olarak konuştuğu, aşkını anlattığı, gurbeti dillendirdiği, toplumu eleştirdiği, dertleştiği yoldaşı görevini görüyordu. Mersedes bu manevi faydalarının yanında, maddesel anlamda da sürekli olarak kendini şanslı ve ayrıcalıklı hissetmesini sağlayan, kendisini ötekilerden üstün bir noktaya taşıyan bir kaldıraç görevini de görüyordu. Kendini kamusal alandan soyutlayan bir barınaktı adeta. Gemide tanıştığı Alman kadını yatağa atacak hali yoktu o ortamda, olsa olsa arabaya atabilirdi, ve attı nitekim. Böylesine görmemiş, ham, eğitimsiz bir özgürlük enjeksiyonu işlevi vardı bir yandan da arabanın. Ancak tüm bu nimetlerinden sonra nihayetinde vardığı nokta iç yakıcıydı. Eşekten terfi edip bindiği arabanın, üstelik kimsede olmayan Mersedes’in, ama hasarlı, yaralı, kan kaybeden, enkaz durumundaki Mersedes’in içinde tıpkı arabası gibi yaralı, öfkeli, hasarlı kalakalıyordu. Mersedes’ini bir kaportacıya götürüp tamir ettirebilirdi belki; ancak kendisinin ve acılı kalbinin tamiri için gerekli alet edevata sahip bir tamir atölyesi bulması pek mümkün değildi bu noktada.. Tüm bu yaşananlar, kan kaybeden bir ruh, terk edilmiş bir köy, onca yıl para biriktirip özlemini çekip kavuşamadığı sıla, amcasının ölümü, yitip gitmiş, ellerin aldığı, ellerin öptüğü Kezban, Bayram’ı zerre kadar trafiğin olmadığı bir köy yolu kavşağında bile hareketsiz, mecalsiz bırakıyordu. Daha bir saat önce otobanda kamyonları sollayan Bayram, köy yolunda kontağı bile çeviremeyen bir zavallı haline gelmişti. Vaktiyle, henüz küçük bir çocukken onun olan köyünde eşeğine binip Kezban ile birlikte gelecekteki güzel günlerin hayalini kuran Bayram, yıllar sonra artık kendine ait olmayan, yabancı kazı ekiplerinin eline geçmiş köyünde, can çekişen Balkız’ıyla bir başına, nefessiz kalıyordu.


Yukarıda örneklerini verdiğimiz bu filmlerde araba, Orr’un da vurguladığı gibi can sıkıcı şeylerin, eleştirilerin, saldırıların ve trafiğin değil; özgürlüğün, tutkunun, adrenalinin, heyecanın ve tehlikelerin simgesi olagelmişti. Yüceltilmesi gereken bir sapkınlık, suça teşvik edici ve sahiplenilmesi gereken bir meşruiyet, cinsel ve toplumsal bir özgürleşme arayışının sembolüydü. İçinde yeri geldiği zaman sevişilebilen, yeri geldiğinde basıp gazlanılan, istenildiğinde müzik dinlenilen, haftasonları ya da bir ömür boyu uzaklara kaçılan, istenildiğinde uzak bir kenara çekilip kamudan soyutlanan; ama kamuyu reddeden, kamuyla dalga geçen bir itici silahtı. Bireye aitti, sahibinin malıydı. Sahibini bütünleyen, tamamlayan, sürekli birlikte olunmak istenen eşiydi. Onsuz bir hayat düşünülemezdi. Orr bu eksiklik, sahipsizlik korkusunu şöyle anlatıyor ve örnek olarak da Taxi Driver’daki Travis’i gösteriyordu. “Otomotiv sahipliğini yitirmenin altında erilliğin yitirilmesi korkusu yatar. Eleştirel kuram kültür endüstrisindeki metaların ‘şeyleştirilmesini’ hep abartmışsa da, bu, abartının geçerli olduğu bir durumdur. Erilliğin yitirilmesi kişiliğin yitirilmesidir, öyle ki kahraman erkek atılabilir bir meta şeklinde taşlaştırılır.” Araba, imgesinde insanı saklayan, insanın başkalarına ifade edemediği, anlatamadığı yönlerini, imgeleminde biçimlendirdiği kimliğini ötekilere dolaylı olarak anlatmasını sağlayan, ötekilerle, konuşmadan, söze hacet bırakmadan kurduğu iletişim biçimiydi, bu yönüyle 20.YY’a da yakışıyordu. Jeep’in algısı ve çağrışımları bir Beetle’dan farklıydı kuşkusuz; ya da sıradan bir Renault ile 67 model bir Corvette şüphesiz aynı olmayacaktı. Arabaların dizaynı, donanımları, hacimleri, aksesuarları sahiplerinin kendilerine atfettiği kişilik özelliklerine dönüşüyordu. Araba bu yönüyle kendisine sahip olan insanı da ötekilerin gözünde dönüştüren, değiştiren, şekil veren sihirli bir varlık kazanıyordu. Araba, rüyanın makineleşmiş haliydi. Barthes, Çağdaş Söylenler kitabında, özelinde Citroen’in yeni çıkan bir modeli için yazdığı yazısında arabayı “büyülü bir nesne”ye benzetiyordu. “Diyeceğim, çağın büyük bir yaratımı, bilinmedik sanatçılarla tutkuyla tasarlanmış, koca bir halk tümüyle büyülü bir nesneyi kendine mal ediyor onda, kullanımında olmasa da imgesinde tüketiyor.” Adı Amerika olan bir rüyanın en ikonografik temsillerinden birine örnek olarak, Arizona Dream’da Cadillac hastası Amca öldüğünde Cadillac değil ama içinde öldüğü bir başka dört teker olan ambulans ile mezarlığa uğramadan kısa yoldan aya uçuyordu, Cadillacları’nı üst üste dizebileceği bir yerlere.

Yeryüzünde varolan hemen her şey gibi bu özgürlük vaadi, beraberinde kendine karşıt olanı, ölümü de getirecekti şüphesiz. İmmobil bir saray yavrusu olarak tasarlanmış olan otomobil, donuk ve ebediyen hareketsiz kalacak olan teneke ve çelik konstürsiyon kaplı, buram buram benzin kokan bir mezara dönüşebiliyordu bir anda. İnsan neyse arabası da oydu demiştik. Bunu daha büyük ölçekte, toplum neyse arabası da oydu şeklinde söylemek de mümkündü. Örneklerini gerek Amerika gerekse Avrupa Sineması’nda, ayakları yere basmaya mecbur olan bir sinemada gördüğümüz üzere araba, özgürlüğün, rahatlamanın, toplumdan el etek çekmenin aracıyken; bir yandan da ölüme, vahşete, acıya işaret ediyordu. Badlands ve Bonnie&Clyde sınırsız özgürlüğün bir gün kamuya ve kanunlara toslamaya mahkum olduğunu söylüyordu.



A Short Film About Killing’de araba, topluma ve sisteme karşı duyulan sınırsız nefretin dışavurulduğu yarı-kamusal mekandı. Cinayet, bireye ait özel mülkiyette değil kamuya ait bir alanda işlenmeliydi. Ama mümkünse az insan barındıran ve ötekiler tarafından görülmesi zor bir mekanda işlenmeliydi. Düzenin, toplumsal mekanizmanın kurduğu mesleklerden biri olan taksi şoförlüğü, tiksinilen, öfkenin yudum yudum biriktiği ve taştığı toplumdan intikam almak için biçilmiş kaftandı Jacek için.

Jules et Jim’de Catherine kurbanını kendisiyle birlikte götürmek için aldatıcı bir nesne işlevindeki arabayı seçmişti. Bleu’de huzurla akıp giden hayatını geri dönülmezcesine değiştiren bir araba kazası Julie’nin hayatını, geçmişini de, trajik ve sarsıcı bir şekilde sorgulamasına neden olacaktı. Bitter Moon’da şehvet avcısı Oscar’a ağzının payını yine bir araba veriyordu. Amores Perros, Crash gibi filmlerde sıkışmış, boğulmuş, nefessiz kalmış, kendini deşifre edemeyen toplumsal gerilim, bir araba kazasıyla boşalıyor, tutulmuş nefesler birden atmosfere püskürüyor, birbirini zerre kadar tanımayan, sarsılmaya fena halde ihtiyaç duyan toplum minör ölçekte bir süreliğine de olsa sarsılıyordu. Salt nihai bir cinayet, ölüm ya da kaza değildi arabanın ulaştığı nokta. Trafiğin asap bozucu, sinir tırmandırıcı bir şekilde tıkanması gibi uygarlık da tıkanmıştı. Fellini’nin Roma’sında o unutulmaz Roma’ya giriş sahnesi, Roma’ya giremeyiş olarak noktalanıyordu. Godard’ın Weekend’inin tadına doyulmaz uzun kaydırmalı sekansında kilitlenen trafik; kilitlenen, nihayete eren, çıkış yolu bulamayan ve sonunda kendine ve topluma karşı büsbütün yabancılaşan insanoğlunun, burjuvazi sınıfının resmi geçidini cinayet, kan ve vahşet resimleriyle sunuyordu. Öyle ki yamyamlığa kadar varıyordu iş. Orr, Weekend’in bu uzun sekansı ile ilgili yaptığı müthiş analizde şöyle söylüyordu. “Çekimin vahiysel doruk noktasında bu araba yığını, Rolande’ın üstü açılır siyah arabasının gösterdiği gibi, en kısa zamanda geride bırakılması gereken kazanın arkasında kalanlar için bir yol tıkanıklığından ibarettir. İnsanın işleri arasında öncelik verdiği şeyler acı bir açıklıkla sergilenmiştir. Arabanın zarar görmesi en önemli hiddet kaynağıdır. Yolcuların ölümü yalnızca küçük bir bakış değerinde ilgiyi hak eder. Rolande yolun ters tarafından giderek uzun kuyruğu atlatırken, yaşam her yönüyle devam eder. Sollamalar, atlamalar ve küçük çarpmalar hep insan onuruna yapılan hakaretlerdir. Ters dönmüş arabalar ve kana bulanmış cesetler ise değildir. Utanç ya da korku duyamadıklarından ötürü, göz önüne alınmazlar.



Tout Va Bien’ın kapanış sekansında Weekend’dekine benzer bir tıkanıklık bu kez bildiğimiz arabalarla değil ama süpermarketteki alışveriş arabalarının kaotik trafiğiyle veriliyordu. Alışveriş arabaları çift şeritli bir yolda gider gibi ilerliyor, yol üstünde, fren yapmaya gerek duyulmaksızın, reyonlardan yeni yeni mamuller arabalara dolduruluyor, bu kapanış sekansı, tüketim toplumlarının ayak bastığı cinnet eşiğini mimlemesi açısından büyük önem arz ediyordu. Sinemanın o güne kadar gelmiş geçmiş bütün kurallarını alt üst eden, Yeni Dalga’nın kural koyucu başyapıtı niteliğindeki A Bout de Souffle, arabaya bakışında da sıradan kalamıyordu. Kanun kaçağı, serseri, düzensiz, romantik, yarı-cahil yarı nihilist bir flaneur olan Michel, saçma bir hayatın içinde, acı çekmenin aptallığını anlamış, Patricia’nın Faulkner’in bir romanının sonunda kendisinin hüzün ya da hiçlik arasındaki tercihinin ne olduğu sorusuna ‘hiçlik’ cevabını veren kaygısız bir melankoliktir. Çünkü Orr’un da vurguladığı gibi ödünç almak, harap etmek ve çalmak, lanetli ve romantik edimlerdir. Sahip olmak, sahiplenici olmak ve hafta sonu gezilerine çıkmak burjuva eylemleridir. Çalıp çırpan ama asla sahip olamayan kişiler açıkça anti-burjuvadır. Michel için Patricia ile Roma’ya gitmek hayatının birincil ereği olmuştur. Paçasını aynasızlardan kurtardığı anda Patricia ile, çok düşmanı olduğunu söylediği Paris’i terk edip Roma’da yeni serüvenlere atılacaktır. Bir sahnede otomobil üreticisi Bugatti’den yaptığı bir alıntıda olduğu gibi “Araba yol almak için vardır, durmak için değil.” diye düşünür. Michel için çaldığı arabalar yalnızca onu hedefine doğru götüren, yani yol aldıran araçlardır. Tek faydaları polisten kaçmak değildir üstelik, Patricia’yı istediği yere bırakır, ya da şehirde keyfe keder dolaşır. Ancak yine de Peugeot ile gitmektense üstü açık bir Cadillac’ı tercih eder.; ya da sıradan bir Citroen’dense göz alıcı bir Ford Thunderbird ona daha yakışır cinstendir. Yani, sahiplenmeyeceği, az sonra bir yerde bırakacağı ya da belki paraya çevireceği aracın markası, modeli bile büsbütün önemsiz değildir. Araba; devingen, fokurdayan, kaynayan, ruhunu aynı enerjiyle hareket ettiren, onu sahipsiz bırakmayan, maceradan maceraya alıp bırakan araçtır. Orr şöyle anlatır bu durumu: “Daima bir yerden başka bir yere, bir insandan başka bir insana, bir sevgiliden başka bir sevgiliye koşar durur, öyle ki her sevgili ya da kent bir başkasına ya da başka bir yere bir basamaktır. Araba bu hiçbiryerdelik hareketinin aracıdır; hızı kadar görünümü için de seçilmiş, yalnızca yanlış bir yerde ve zamanda olduğu için çalınmış bir araç. Ve sonunda, arabasının bir uzantısı haline gelen bedeni, benzini biten bir araba gibi yalpalayarak, eğriler çizerek, sendeleyerek, ara sokaktan geniş bulvara çıkamadan yere serilir.

Araba, uygarlığın fırıldak madalyonuydu. Hızlıca çevirdiğimizde pek çok yüzü olduğunu gördüğümüz, hangi yüzün gerçek yüzü olduğunu, hangi yüzün daha sıcak, daha samimi, daha vicdanlı, daha davetkâr, daha anlamlı olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz Janus’uydu. Sahip olduğu ve yukarıda kısaca anmaya çalıştığım özellikleyle hem agresif (özgürlük, adrenalin , macera arayışı, tehlike, tutku, ayrıcalık, suç, uyumsuzluk, sapkınlık ) hem de regresif (ölüm, geri çekilme, hayal kırıklığı, masumiyet, şaşkınlık, şok, ceza, kadersizlik) nitelikler taşıyordu. Ve sinema arabayı birine ötekine küstürmeden, ötekini birine kıskandırmadan, gerçekte olduğu gibi, tüm yönleriyle, bütün katmanlarıyla ele alıyordu.

Arabanın dört tekeri vardı, her yere giremez, her yere çıkamazdı, takip edilmeye müsaitti, park etmesi kolay değildi, tehlikeyi, tekin olmayan bir gidişi sezdiğinizde tüm hızıyla kendini kaptırmış giderken kapıyı açıp can havliyle atlayamazdınız, istediğinizde durmak için direksiyonun sizde olması gerekirdi. Yolcu olmak sıkıntı verirdi, arka koltuğu başkalarıyla paylaşmak zorunda kalabilirdiniz. Karga tulumba kaçırılıp arka kapıdan içeri tıkıldığınızda yanınızda kazulet gibi duran iki adamın yanından dışarı çıkma şansınız çok zayıftı. Benzini, kaskosu, vergisi, sigortası, bakımı her şeyi paraydı. Ev gibi camları vardı, içinde gizlediği şeyler vardı. Hırsızların iştahını kabartan türlü kıymetli eşya olabilirdi torpido gözünde. Kendisi bile yeteri kadar kıymetliydi zaten. Yolcu alırdı, yolcu indirirdi, toplumsal amaçlara ve koşullanmışlıklara hizmet ediyordu. Karınızı işe götürür, çocuğunuzu okuluna bırakır, işe geç kalan komşunuzu yol üstü yakın bir yere kadar atardınız. Koca bir ailenin arabasıydı o, koca bir ailenin sorumluluğunu taşıyordu. Bu yüzden sık sık servise götürüp bakımını yaptırmalıydınız, periyodik bakımlarını ihmal etmemeliydiniz. Şüphelendiğiniz herhangi bir arızası varsa, bir yerlerinden takırtılar, daha önce duymadığınız sesler geliyorsa ilk iş bakıma sokmalıydınız. Öyle ya uzun yola çıkacaktınız yakında, canınızı emanet edecektiniz. Arada bir üstüne başına bir şeyler almalı, kokular sürmeli, allamalı pullamalı, gelin gibi süslemeliydiniz. Ötekilerden farklı olmalıydı, o sizin arabanızdı, hasta Galatasaraylıysanız, öndeki iki koltuğa son sezonun gıcır formalarından iki tane geçirmeliydiniz. Romantik misiniz, arka bölüme herkesin görebileceği şekilde bol tüylü, sapsarı bir kedi ya da şipşirin bir ayı oyuncağı koymalıydınız; ya da evde köpek beslediğinizi anlatmak istiyorsanız bembeyaz tüylü mü tüylü, pofuduk bir köpek oyuncağı almalıydınız. Uğurunuzu illa ki aynaya asmalıydınız. Sokağın bir köşesinde park edilmiş dururken sizin olduğu kadar başkalarına da aitti. Bir sokak kedisinin kuyruğuna hiç gocunmadan teneke kutu bağladıkları gibi, arabanızın sileceklerine bildiri, el ilanı, not vs. sıkıştırabilirler, arka camı ya da ön kaportası toz tuttuysa koca puntolarla “BENİ YIKA” yazabilirlerdi. İşte hayatın bulanık suyunun içine koca ayaklarını bileklerine kadar daldırmış bu makine sahip olduğu ve üzerine yüklenen pek çok özelliğiyle uygarlığın gözbebeğiydi. Rasyonel hayatın kisvesini üzerine geçirmiş canlı, işlevsel, dev bir oyuncaktı.

Bu dört çekerin dışında iki tekerlekli motosiklet vardı bir de. Motosikletse çoğunlukla agresifti, sinema da onu en başından beri olumlu anlamlarla kutsamıştı. Özgürlüğün ikinci adıydı. Kaçmak kolaydı, park sorunu yoktu, ailenin ve çocukların kamburunu taşımak zorunda değildi. Bireye aitti. (Easy Rider, The Life of Jesus, Rumble Fish, The Wild One…)

Arka koltuğa atacağınız, iki eli belinize, iki eli yüreğinize sımsıkı sarılmış güzel bir kadın ya da yakışıklı bir adam yeterliydi. Bakımı daha kolaydı, motoru çok güçlü değilse fazla benzin parası ödemezdiniz. Kimseyi yoldan almak zorunda değildiniz. Kimse sizi kolay kolay kaçıramazdı. Dekore edilecek, kitsch’in yumruğunu yiyecek olanakları zaten yoktu. Bu haliyle ‘cool’du aynı zamanda. Hayatın boyunduruğunu üzerinizden atabiliyordunuz. Yalnızca kontrolü elden bırakmamak esastı, hız yaparsanız, kasksız binerseniz, denetimsiz giderseniz hesabını pahalıya öderdiniz. Sinema, kontrolü kaybedenlerin cezasını hiç sakınmadan gösteriyordu. Örneğin Pola X’ta, motoruyla hız yapan Marie gözümüzün önünde birden, trajik bir şekilde yok oluyordu. Ancak bunun yanında sonsuz bir üstünlük duygusuna boğuyordu sizi motosiklet. Arabaya binenleri rahatça küçümseyebilirdiniz. Onlar dört camın içinde tıkanmış, trafikte ter döküp küfürlerden küfür seçerken siz püfür püfür rüzgârda, hayatla bağlarını koparmadan, havayı koklayarak aralardan rahatça sıvışıp kendinize yol açarak basıp gidebilirdiniz. Fellini’nin arabaların düğüm olduğu Roma’nın finalindeki, Roma’ya yakışır bir şekilde sergilediği motosikletlerin hesapsızca, pervasızca, tam da kendilerinden beklenilen mağrurlukta sokakları turlaması bu yüzden anlamlıydı.




Sinema, pek çok nesneyi olduğu gibi bir nesne-makine-insan kompleksi hâline gelen otomobili de kuşatıcı bir şekilde kendisine dert edinmişti. Otomobil zaman zaman, sadece yan bir figür, yardımcı bir nesne, dramatik aksiyonun devamlılığı için elzem olan bir makine iken; zaman zaman da filmin merkezinde duran, çok katmanlı bir toplum eleştirisi yapmaya zemin hazırlayan, kişilikli, adeta nefes alıp veren bir başrol oyuncusuydu. Dünyaya gözlerini 20. YY’da açan sinema için, dünyaya gözlerini yine 20.YY’da açmış olan otomobil kuşkusuz ki vazgeçilemez, ödün verilemez bir yaşam kültürü nesnesiydi. Sinemanın nefes alıp verdiği, ilerleyip koşturduğu yıllar, uygarlığın da dört teker üstüne düşüp ilerlediği yıllara denk geliyordu. İnsanoğlunun durmak bilmeyen uygarlık koşusunun, televizyon ve bilgisayarla birlikte 20.YY’daki üç kahramanından biriydi. Uygarlık gibi ileriye götürüyordu, kimse arabaya geri gitmek için binmedi, geri vites manevra yapmak ve park etmek için zaman zaman başvurulan bir mekanizmaydı, bir geri vitesin karşısında köklenmeyi, azdırılmayı bekleyen beş, hatta altı ileri vitesi vardı. Ancak sinemanın da çoğu kez mim parmağını sipsivri dikip işaret ettiği üzere Susam Sokağı artık bitmişti. Varılan noktada araba, temelde bir özgürlük ve keyif nesnesi özelliğini korumakla birlikte, can alan, ömür çalan, gözyaşı döktüren, kahır çektiren, çile ördüren, trafiğe çıktığında adı ‘insan’dan ‘yaya’ya dönüşen zavallı ve korumasız güruhun karşısında potansiyel bir çelik mezar işlevi gören bir makineye dönüşüyor; estetik, hız, güç, donanım, konfor, dayanıklılık, gösteriş kazanırken, bir yandan da masumiyetini, ilk saf bakışını, aurasını, amacını, yararlarını, anlamını yitiriyordu. Ancak tüm bu paradoksal yapısı sayesinde sinemanın daha çok uzun yıllar iştahını kabartmaya en namzet nesne-makineydi.

Sıkışmış trafik imgesinin sıkışmış uygarlık; tıkışmış, kıstırılmış, kapana kısılmış insan kavramlarını çağırdığını yukarıda vermeye çalıştığımız örneklerde kısaca değinmiştik. Ortaçağda yaşasaydım şair olurdum diyen; ancak iyi ki 20.YY’da doğmuş olan Fellini’nin her biri bir başyapıt niteliğindeki filmlerinden 8½ ise sıkışmış trafik-sıkışmış insanoğlu metaforunu çarpıcı ve üstün bir şiir düzeyine taşıyan bir açılış sekansıyla başlar. Kahramanımız Guido, sürü sürü arabadan başka hiçbir şeyin görünmediği, alt geçide benzer, havasız, bunaltıcı bir trafikte hareketsiz, cansızlaşmış otomobilinin direksiyonunun başındadır. Bu kıyamet sonrasını andıran, hayaletsi, boğucu ortamda öteki arabalara bakınır. Etrafındaki ruhsuz, ifadesiz, feri gitmiş, boş bakan yüzler de kendisine muhtaç olduğu ışığı vermekten çok uzaktır. Sol çaprazındaki metal renkli otobüs, pencerelerinden mecalsiz, savunmasız, kaderine boyun eğmiş kolların, adeta kelepçelenmeyi bekleyen ellerin sarktığı, Nazi dönemine ait portreyi andırır. Guido, arabanın içinde şekilden şekle girerek, içine tıkıldığı akvaryumundan çıkmaya çalışan zavallı bir balık gibi camları tırmalayarak, gregorsamsalaşarak arabanın içinden çıkmayı başarır. Dante’nin cennetine yükselen bir ermiş gibi kollarını açarak göğe doğru çıkar, bulutlara karışır, rüzgârla karışık gökyüzünde sürüklenir. Ancak ayağına bağlı yüz metrelik bir ip ile denize doğru hızla çekilerek düşer. Ayağına bağlı ip, dünyanın kural koyucu mihrakları tarafından, gerçekleri unutmaması için bağlanmış, realiteyi, hayatın acılarını hatırlatan iptir. Peki ne yapmak gerekir? Akıl sağlığını korumak için o ipin ilelebet bizi bir taraflarımızdan çekeceğini aklımıza sokmak gerekir evvela. Tıkandığımız trafikte, nefes alamadığımız hayatta, yaşadığımız bu uygarlıkta keçileri kaçırmamak için Guido gibi çıkış yolları aramak, camları tırmalamak, kişisel cennete doğru yükselmek için kısa süreli de olsa içsel gezintiler yapmak gerekir. Bachmann’a ** kulak vermek, düşlere sarılmak, inadına inanmak gerekir. Ya da öyle bir an gelir ki artık, tıkanmış trafikte dermansız bir halde dört bir yanınızdan gelen korna seslerini İsrafil’in sûru sanarsınız, hiçbir şey gerekmez.

* Söze tekerlek ile başlamışken, salt arabayla sınırlı kalmanın da talihsiz bir durum olduğu kanaatindeyim. Bisikletli, otobüslü; ama özellikle içinden tren geçen filmleri geriye bakıp düşündüğümde son derece ciddi ve içinden çıkılması güç bir külliyatla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.

** Bir gün gelecek, binalarımız çökecek, otomobiller hurdaya dönüşmüş olacak, uçaklardan ve roketlerden kurtulmuş olacağız, tekerleğin ve atomun parçalanmasını bulmuş olmaktan vazgeçeceğiz, mavi tepelerden taze bir rüzgâr esecek ve ciğerlerimizi alabildiğine dolduracak, ölmüş olacağız ve soluk alacağız; bu, hayatın ta kendisi olacak.

The Return


It is a wise child that knows his own father.
Homer
It is a wise father that knows his own child.
William Shakespeare

The Return (Dönüş), Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev’in Tarkovski’den miras kalan titiz biçimciliği dozunda bırakmayı seçtiği, Kuzey Avrupa Sineması’nın plastikle kurduğu ilişkiyi bir üslup çalışmasına vardırdığı, ancak bunların yanı sıra izleyiciyi sıkmamak için zaman zaman Amerikan Sineması’nın klişe diyalog kurma formasyonuna yenik düştüğü başarılı bir film. Bunların yanı sıra, Venedik’ten Altın Aslan’la dönen, sonrasında da BBC’nin dünya genelinde yaptığı yılın en iyi filmi anketinde Nuri Bilge Ceylan'ın 'Uzak', Pedro Almodovar'ın 'Bad Education', Zhang Yimou'nun 'Hero', Walter Salles'in 'The Motorcycle Diaries' ve Takeshi Kitano'nun 'Zatoichi' filmlerinin içinden sıyrılarak en iyi film seçilmiş, izlerken ve daha sonra üzerine kafa yorarken verilen bu ödüllerin kesinlikle boşuna olmadığını düşündüğünüz önemli bir ilk film.

Ivan, hayli yüksek bir atlama kulesinden göle atlamaya cesaret edemediği için abisi ve arkadaşları tarafından küçük görülür. Tüm arkadaşlarının geçtiği bu cesaret ve olgunluk sınavını verememiş ve karşılığında adı “korkak”a çıkmıştır. Abisi Andrey tarafından da küçük görülen Ivan bunu onuruna yediremez, abisiyle tartışır, kavga eder. Enfes bir kovalamaca sekansı sonunda nefes nefese geldikleri evde onları acı bir sürpriz beklemektedir. Tam on iki yıldır kayıplarda olan, karısının artık yüzünü unuttuğu, oğullarının ise hiç bilmediği, gelen adamın babaları olup olmadığından emin olmak yıllar önce çekilmiş eski bir fotoğrafa bakma gereksinimi duydukları babaları, yıllar sonra birden geri dönmüştür. Sadece dönmekle kalmamış, ertesi gün oğullarını yanına alıp birkaç günlüğüne balık tutmaya gitmek istemektedir. Beyazperdede yalnızca baba ve iki oğlun olduğu, tuhaf, sıkıntılı, gerilim dozu her daim şırınganın üst sınırında bir film Dönüş.


Sinema tarihinin en tuhaf, en ketum, en çetrefil ve en gizemli karakterleri arasında yerini alacağını düşündüğüm ‘baba’ her iki oğluna da en başından itibaren tahammülü zor bir baskı uygular. Bu baskı, ve otoriter tutum giderek şiddete ve karşılıklı bir çatışmaya dönüşür. Örneğin, 12 yıldır görmediği çocuklarının kendisiyle konuşurken mutlaka ‘baba’ kelimesini zikretmelerini şart koşar. Bu kurala uy(a)madığı için son derece zalimce davranır çocuklarına, özellikle de asi ve duygusal Ivan’a.
Aslında baba, 12 yıldır görmediği ve dolayısıyla anne egemen bir aile ortamı içinde (anne ve anneannenin çevirdiği bir aile) yeterince olgunlaşmadıklarını, büyümediklerini, toplumsallaşmadıklarını düşündüğü çocuklarını tüm kurallarını kendi koyduğu bir olgunluk sınavına sokar. Bu bir-iki günlüğüne çıkılan ama bir haftaya varan, kendilerinden başka kimsenin olmadığı, zorlu doğa koşulları içinde geçen, sözde ‘balık avı gezisi’ne çıkılma sebebi budur baba için. Bir nevi erkekçe yaşayabilme kampıdır bu. Bakalım yüzlerini dahi görmediği çocukları onun yokluğunda adam(!) olabilmişler midir? Issız adaya vardıkları yol boyunca her iki oğluna da karşı karşıya geldikleri durumlarda yapmaları gerekenleri, takınmaları gereken tavırları, kendi kurallarıyla ve öğretici olmaktan son derece uzak sert üslubuyla dikte eder. Örneğin, oğullarını döverek paralarını çalan çocuğa olay anında müdahale edebileceği halde, çocuklarının öteki çocuğa karşı kendilerini nasıl savunacaklarını görebilmek için karışmaz ve sadece restoranın jaluzileri ardından izlemekle yetinir çocuklarını. Olay esnasında pasif kalan baba, restorandan çıkıp arabasına atlar ve paralarını çalan çocuğu yakalayarak kendi çocuklarının huzuruna getirir. Çocuklarından ona vurmalarını, kendilerine yaptığını şimdi ona yapmalarını ister. Ancak, çocuklar bir tokat bile atmayı beceremez. Baba da, korkaklıkla suçlar çocuklarını, yahut kendi içsel lügatında, olmamışlıkla! Yine bir başka sahnede kamp kurdukları yerde daha fazla kalıp, balık tutma arzusunu defalarca dillendiren ve babasını usandıran Ivan, tahammülsüz babası tarafından arabadan kovulur, yolun ortasında terk edilir öylece. Aradan saatler geçer, damacanadan boşanırcasına yağan yağmurun altında sırılsıklam olduktan ve hak ettiği cezayı çektikten sonra babası geri döner ve Ivan’ı tekrar arabaya alır. En ufak bir pişmanlık belirtisi bile belirmez babanın yüzünde. Bu cezayı hak etmiştir Ivan. Buna benzer inatlarını sürdürürse, verdiği direktiflere uymazsa bundan çok daha sert cezalar kapıdadır.


Saat ve zaman kavramları da ayrıca önemlidir baba için. Zaman, dakiklik, saate riayet toplumsal yaşamın olmazsa olmaz kurallarıdır. İnsan, dilimlenmiş, parçalara bölünmüş, kendisi için mekanize edilmiş zamanı, kuralları, çizdiği sınırları unutup kafasına buyruk yaşayamaz . Yolculukları sırasında mola verdikleri restoranda baba, oğulları yemek yerken saat tutar, ve yemeklerini çabuk bitirmeleri gerektiğini söyler. Adadaki sekansta ise çocuklar bir saat sonra dönmek üzere kayıkla açılırlar. Baba, işini sağlama almak için Andrey’e bir de kol saati verir. Ancak çocuklar kayıkla gezerken büyük bir batık gemi bulurlar, asla ket vurulamaz bu keşfetme güdüsü ve doğayla iç içe zaman geçirebilme arzusu nedeniyle babalarına söz verdikleri saatti epeyce aşarlar. Baba, oğullarını geç kaldıkları, döneceklerini söylediği saati aştıkları için azarlar ve döver (Bu noktada, babanın Bergson düşüncesinden ne kertede uzak olduğu da düşünülebilir). Bu yöntem, babanın çocuklarını otoriter güçle tanıştırma metodudur ve bildiği tek gramer budur. 12 yıl önce kendilerini terk ettiği, babasız bıraktığı, yüzlerini bile görmediği çocukları kendisine ne olursa olsun ‘baba’ diyecek, istemedikleri halde önlerindeki yemeği bitirecek, sözünden dışarı katiyen çıkmayacak, çıkarsa olası tüm sonuçlara hazır olacak, yeri geldiğinde şiddete katlanacak, bu sevgisiz, buzlaşmış ilişkide ne olursa olsun ‘baba’ya hürmet eksik edilmeyecektir. Film sahip olduğu, ve izleyeni peliküle mıhlayan akışkanlığını, ve dramatik ivmesini, anne egemen, huzurlu, mutlu, barışçıl, evcimen bir hayattan, babanın dönüşüyle otoriter, kısıtlandırıcı, kural koyucu gücün ve tek iktidar söyleminin baskı ve şiddet olduğu, babanın puslu perspektifinden bakacak olursak çok gerekli bir toplumsallaşma sürecinin yaşandığı bu kimi zaman üç kimi zaman iki kutuplu psikolojik gerilime dönüşmesiyle kazanır.

Tam da bu noktada karakterlere kısaca değinmenin gerekliliğini görüyorum. Baba, daha önceden de söylediğim gibi ketum, sert, otoriter, gizemli, dengesiz, psikopatolojik rahatsızlıkları olan, sinirli, saldırgan bir figür olarak resmedilir. Baba, yaşayan, soluk alıp veren, etten kemikten bir karakter olduğu gibi toplumsal bir figür, otoritenin ve iktidarın vücut bulmuş halidir aynı zamanda. Bir yokluktan gelmiş bir yokluğa gitmiştir. Bu açıdan bakılırsa, bir hayalettir aslında. Ne başı vardır ne sonu. Niçin’i, ne zaman’ı, nasıl’ı olmayan bir muammadır. Oğullarının hayatında belirleyici bir dönüm noktası olması için tanrı tarafından birkaç günlüğüne gönderilmiştir sanki.

Andrey (abi), Ivan’a göre daha uyumlu, babanın kuşatıcı tutumunu daha fazla sindirmiş, otoriteyi görece kabullenmiş, daha olgun, sınıra dayanmadıkça tepki vermekte güçlük çeken bir çocuktur. Babanın bunca yıllık yokluğu onu Ivan kadar rahatsız etmez. Ivan kadar şüpheci değildir. Film boyunca gözlenen bu edilgen karakter yapısının sebebi belki de babaya karşı gösterilecek olası bir tepkinin sonucundan duyulan korkudur. Tepki göstermesi muhtemel görünen birçok yerde tepkisini içine atar Andrey, pek de farkında olmadan.

Ivan ise abisine göre daha sorgulayıcı, daha delişmen, babanın otoriter gücünü reddeden, hatta onun babası olduğundan bile kuşku duyan, asi, anne bağımlı, tüm bunların ışığında toplumsallaşmayı reddeden, ayna evresinden simgesel döneme henüz ayağını uzatamamış –ki babanı yokluğudur bu süreci uzatan-bir çocuktur. Yine babanın yokluğudur ki, Ivan’da sağlam bir üst benlik gelişmemiş ve toplumun ahlaki normlarını henüz yeterince içselleştirememiştir. Filmin başında korkusu yüzünden kuleden atlayamayan, henüz ağabeyleri ve arkadaşları kadar büyüyemeyen, daha sevimsiz bir tabirle rüştünü ispatlayamayan İvan’ı ‘anne’si kurtarır. Filmin ilk sekansında atlama kulesinde mahsur kalan Ivan’ı annesi kurtarır, Meryem’in kucağındaki Pieta gibi merhametle kucaklanır annesi tarafından. Anne, toplumsallaşmanın henüz gerçekleşmediği, çocuğun kendini özdeşleşim kurduğu annenin bir uzantısı olarak gördüğü imgesel dönemin şefkat dolu figürüdür. Ivan, yıllar önce çıkması gerektiği bu dönemden henüz tam anlamıyla kendini alamamış, “özne”leşememiştir. Ya da şöyle söyleyelim, Ivan’ın babanın yokluğunda var ettiği birey-özne, babanın yıllar önce Oedipal süreçte kurması gereken birey-özne ile çatışır.

Babanın, çocuklarının hayatına kısa bir süreliğine girmesine rağmen, üzerlerinde yaşattığı değişimler de dikkat çekicidir. Film boyunca, zor tepki veren, babaya karşı hürmette kusur etmeyen, az konuşan Andrey adada yediği tokattan sonra artık zıvanadan çıkar. Filmin başında atlama kulesinden atlayamayan ve sonrasında kendi başına inmeyi bile beceremeyen Ivan, filmin sonunda koşarak ve hiç tereddüt etmeden çıktığı atlama kulesinden atlamakla tehdit eder babasını. Daha bir hafta öncesinde arkadaşları ve abisi tarafından korkaklıkla suçlanan Ivan, şimdi son derece cesur ve gözüpek bir kararla babasına karşı gelmektedir. Babayla geçen bir haftalık süre Ivan’a olumsuz bir deneyim sonucunda olsa da yaramış, babaya karşı girdiği mücadele ona cesaret kazandırmış, görece özneleşmiştir. Şurası kesin ki, artık abisinden daha “erkek” olduğu bir gerçektir.

Film, ilk sahnesinden en son sahnesine kadar ucu açık sorular bırakarak izleyiciyi çok bilinmeyenli, psikolojik atardamarlı gerilimin içinde gezindirir. Baba, yıllar önce niye, nereye gitmiştir, gerçekten pilot mudur, onca yıl niçin bir kez olsun çocuklarını, eşini arayıp sormamıştır, daha önemlisi şimdi niye dönmüştür pat diye, neyin peşindedir, döndüğünün ertesi günü konuşulacak, yıllardır görmediği karısıyla paylaşacak onca şey varken, eşini bırakıp yanına sadece çocuklarını alarak günlerce doğayla baş başa kalmayı niçin istemiştir, vardıkları adada ne vardır, adadaki viran evin içindeki toprağı kazıp çıkardığı kutu da neyin nesidir…Bu soruların hiçbirinin net bir karşılığını bulamayız film boyunca. Film bizi çeşitli bilinmeyenlerin arasında dolaştırdıktan sonra yanıtsız bir şekilde bir köşeye bırakır.

Zvyagintsev, yazının başında andığımız Tarkovski’ye zaman zaman göz kırpmış olsa bile, planlarını onun kadar uzun kurmamış, onun imgesel evreninin yapı taşlarına fazlaca el sürmemiş ve onun kadar gizemci olmama yolunu seçmiştir. Aradaki ilişki, gerçeğin dolaylı yoldan anlatımındaki başarı, kusursuz çekim açıları, plastik yetkinlik ve Tarkovski’nin ilk uzun metrajında kullandığı çocukla Dönüş’teki çocuğun isimlerinin (Ivan) aynı olmasıdır. Zvyagintsev, anlamın dolaylı yoldan aktarılması ile ilişkin olarak şöyle düşünmektedir: “İnsan kutsal ve derin anlamları açıkça dile getirmemeli, çünkü biz bunlar hakkında gevelemeye başladığımız anda, bütün büyü ve kutsallık hemen uçup gidiyor. Gerçekten önemli olan şeyler dile dökülmemeli, îmâ edilmeli. Ben de filmimde bunu yapmaya çalıştım.”


“Baba” figürü edebiyata ve sinemaya defalarca kez malzeme olmuştur. Kimi zaman sulugözlü bir olumlamayla taçlandırılan, kimi zaman da şüpheci ve karanlık bir olumsuzlamayla ters yüz edilen baba imajı sinemada birçok yapıtta farklı şekilde ele alınmıştır. Padre Padrone’de Marksist ve Brechtyen temeller üzerinden aşağılanan “baba”; Szabo’nun “Baba”sında düşle gerçeğin iç içe geçtiği bir arayışla olumlanır. Dönüş ise, babaya karşı yumruğunu Freudyen okumalar üzerinden vurmayı denemiştir. Sonuçta, yumruk sert atılmıştır, tepki kesindir, acı silinmemek üzere belleğe kazınmıştır, ancak baba, neticede babadır. Baba yoktur, baba “yok”tur.