30 Ağustos 2010

Together


İşte böyle, sevgili Stefano, sana tüfekler vereceğim. Ve gerçeğin hiçbir zaman tamamen bir yanda olmadığı, son derece karmaşık savaşlar oynamayı öğreteceğim sana. Gençlik yıllarında bir hayli enerji açığa çıkaracaksın, fikirlerin biraz karışık olabilir, ama yavaş yavaş bazı kanılar geliştireceksin. O zaman, büyüdüğünde, bütün bunların bir peri masalı olduğuna inanacaksın: Kırmızı Başlıklı Kız, Sinderella, tüfekler, toplar, düello, büyücü kadın ve yedi cüceler, ordulara karşı ordular. Ama olur da, büyüdüğünde, çocukça düşlerinin o canavar tipleri hâla sürüyor olursa, büyücüler, cüceler, devler, ordular, bombalar, zorunlu askerlik hizmeti, belki de peri masallarına karşı eleştirel bir tavır kazandığın için, yaşamayı ve gerçekliği eleştirmeyi öğreneceksin.

Umberto Eco

Forever Lilya ile alıcılara “Hazırlıklı olmayanlar siz fazla yaklaşmayın” sinyalini sarsıcı, yürek dağlayıcı ve sinir bozucu bir dille gönderen Moodysson, Together’da benzer bir sinyali daha mizahi, daha sıcak ama zaman zaman daha direkt çalışan bir verici ile gönderiyor. Film, komün bir hayatın imkanını, mutlulukla olan ilişkisini, artık hayatlarımıza dair olumlu hiçbir anlam üretmeyen kapitalist sistemden hem yaşantı hem de ruhsal yüzgeçleriyle uzaklaşan bir grup insanın ortak bir evde yaşama deneyimlerini izletiyor. Ötekilerden daha fazla öne çıkan birkaç karakter var gibi görünse de esas başrol oyuncusu topluluğun ta kendisi, tıpkı bu vahşi dünyada fazlasıyla iyi ve temiz kalabilmiş, onca kişiye evini açan yarı saf Göran’ın minibüsüne verdiği isim gibi…

Aslında Göran’ın o sıcak evi, ortak kaçışların sığınma barınağı işlevini görüyor. Banka müdürü babasının maddeci ve burjuva yaşamından kaçan, hatta öfkesini adını değiştirmekle bir kez daha somutlaştıran Erik, içkici kocasının kendine uyguladığı her türlü maddi ve manevi şiddetten iki çocuğunu da yanına alarak kardeşi Göran’ın evine gelen Elisabeth (bizde genelde ana evine kaçılır) , cinselliğini özgürce ve toplumsal sınırların dışında yaşamak isteyen Anna ve ötekiler hepsi farklı reel ama ortak ruhî nedenlerle komün bir hayata sığınmakta bulurlar çareyi. Tüm bu ortak ruhsal kaçışların nirengi noktası ise her türlü toplumsal kalıplar, içinde yaşamak zorunda bırakıldıkları maddeci dünya, adım atma aralığı bile bırakmayan kuşatıcı sistem, burjuva değer yargıları, ruhu her gün biraz daha zedeleyen baskıcı kurallardır.

Bu baskıyı gidermenin yolu ya da yolları komün halinde tek bir evde yaşamak, burjuva hayatın zorlayıcı kalıplarından azat yaşamak, her türlü kapitalist motiften uzak durmak, örneğin eve televizyon sokmamak (burada rahmetli Bilge Karasu’yu anıyorum), duvara Che’nin posterini asmak, gerektiğinde evin tüm ıvır zıvırlarının tıkıldığı bir depo olarak kullanılan küçük bir bölmeden soluk alınabilen bir çocuk odası yaratabilmek, bir yüzünü hep doğaya dönük olarak yaşamak, bahçede hep birlikte futbol maçı yapmak, cinsiyet ayrımı kabul etmeyen özgür bir cinsel hayat yaşamak, alkol almak, müzik dinlemek, dans etmek, kendi topraklarından binlerce kilometre uzaktaki bir ülkenin rejiminin acımasız diktatörü öldüğü için bile milli piyangodan para çıkmışçasına hoplaya zıplaya sevinebilmek, et yerine lapa yemektir. Öyle ki, bu sınırsıza dayanma yolundaki özgür yaşam zaman zaman gülünç ya da zorlayıcı bile olabilmektedir. Lasse ile Anna’nın birbirine herkesin ortasında cinsel organlarını göstermeleri ya da Lena’nın Erik’in çok üzgün ve moralsiz olması nedeniyle (!), onunla sevişmek için sevgilisi Göran’dan izin alması, futbol maçında rakip takımın attığı gole bile sevinebilecek kadar iyi niyetli ve saf olan Göran’ın ise bu talebi çaresizce (!) kabul etmesi, üst katta Erik ile sevişen Lena’nın orgazm olurken attığı çığlıkları duyup hazmetmeye çalışması, Lena’nın hayatındaki ilk gerçek orgazmı az önce Erik ile yaşadığını itiraf etmesinden sonra, tüm bunların sindirim organlarını artık fazla zorlamasından mütevellit soluğu klozette yüzü deliğe dönük alması gibi…

Tam bir özgürlükler ve aykırılıklar mabedi olan evin ve aynı zamanda ortak ruhsal mülkiyetin kendine has bir mütevazılığı, sözlü olarak belirlenmiş kuralları, ve ince bir çizgide gidip gelen hassas bir onuru da vardır. Örneğin evde et yerine lapa yenir, evin kapısı herkese açıktır, herkes sosyalizm için yaşamaktadır, eve televizyon sokmak yasaktır. Öyle ki, evin sayısı artan çocuk nüfusun talepleri üzerine alınan ikinci el siyah beyaz bir televizyon yüzünden Signe ve Sigvard çok sevdikleri bu evi terk etmek zorunda kalırlar. Ancak ne olursa olsun baskı ya da zorbalığın hükmü geçmez bu evde. Aksine, bu ince çizginin çekilmesini gerektiren temel motivasyon bile konvansiyonel olanı dışarıda bırakma gayretindeki bir özgürlüşme arayışı, tiz sesli melodisini derinden mırıldanan bir red senfonisidir.

Bu komün ve özgür yaşam herkesin kendi hayatında kilitli kalmış pek çok odayı keşfetmesini de sağlayacak, ve hayatlarında acı ya da mutlu, olumlu ya da trajik değişimler yaşatacaktır. Su katılmamış bir lezbiyen ve feminist olan Anna ile yakın arkadaşlık kuran Elisabeth bu sayede kendi kanatlarını fark edecek, artık koltukaltlarını tıraş etmekten vazgeçmek, çamaşır ve bulaşık yıkayıp çocuklarına annelik yapmak, kocasından da her gün azar iştimek ve şiddet görmekten farklı bir hayat yaşamak istediğini anlayacaktır. Hatta çok bilmiş bir edayla kocasına ders vermeye bile çalışacaktır:

- Artık sosyalistim
- Ben de öyle
- Hayır sen bir sosyal demokratsın. Arada çok büyük fark var.

Lasse ile Klas’in kendilerini homoseksüel bir keşifte bulmaları, küçük Fredrik ve Eva’nın aşka, karşı cinse, üremeye, yetişkinlerin hayatına dair ilk bilgilerini öğrenmeleri, hatta Fredrik’in hayatında ilk defa iki koca memeyi burnunun dibinde gördükten sonra, beş dakika içinde kendisinden 15 yaş büyük Lena’ya aşık olması, Eva’nın tüm yetişkinlerin salak olduğunu ilan etmesi, yine Fredrik’in babasından dayak yedikten sonra ona ait olan tüm porno dergileri yüzüne fırlatması, Stefan’ın, annesinin ve ablasının her türlü önyargısına ve tüm zorlayıcı tesadüflere ve olanaksızlıklara rağmen babasıyla iletişim kurabilme çabaları, Göran’ın, ablası Elisabeth’in kocasına karşı olan sert ve kesin reddedici tavrından ilham alarak artık utanç ve usanç verici olan Lena’yı kendisinden hiç beklenmeyecek bir tavırla kontrolden çıkarak evden dışarı atması ve tüm öteki değişimler evin üyelerinin kendi bireysel yaşamlarından, tek kişilik hücrelerinden, yalnızlıklarından çıkarak kısa bir süre boyunca birlikte yaşamalarıyla mümkün olmuştur. Musluk tamircisi Rolf’un (Elisabeth’in kocası), yalnız kalmak istemediği için lavabosunu bilerek bozan arkadaşı Birger ile yaptığı konuşmada bahsi geçtiği gibi yalnızlık, en nihayetinde dayanılmazdır:

- Bence yalnızlık dünyanın en berbat şeyidir
- Evet belki de
- Birlikte lapa yemeyi yalnız domuz yemeye tercih ederim. Ama Rockfeller bunu kabul eder mi onu bilmiyorum. Herhalde domuz pirzolası yiyordur

- Biftek fileto
- Evet büyük ihtimalle domuz pirzolası da yemez

Film boyunca iki ayrı kutbu ısrarla simgeleyen et ve lapanın diyalektiğine Göran’ın mutfakta lapa yaparken çocuklara verdiği söylevde de rastlarız:

- Bizim lapa gibi olduğumuzu söyleyebilirsin. İlk önce küçük yulaflardık, küçük, kuru, kırılgan, yalnız.. Ama sonra diğer yulaflar birlikte piştik ve yumuşadık. Oraya katıldık çünkü bir tanecik diğerinden asla ayrı olamaz. Neredeyse çözündük. Birlikte büyük bir lapa olduk. Sıcak, lezzetli ve besleyici, ve evet oldukça da güzel. Yani artık küçük ve izole değiliz. Sıcak, yumuşak ve birlikte bir bütünüz. Kendimizden daha büyük bir şeyin parçasıyız.

Çocukken kendisinin de et yemeyi sevdiği ortaya çıkan Göran’ın bu sözleri ayrıca anlamlıdır. Ancak yine de çocukları hiç değilse bir gün alıştıkları gibi et yemekten alıkoyamaz. Çocukların kimi isteklerinin (et yemek, televizyon izlemek), evin kurallarına taban tabana karşı düşmesine rağmen, ev ahalisi -ya da kimseyi incitemeyen Göran mı diyelim- tarafından koşulsuz yerine getirilmesi, hem hiçbirşeyin çocukların saf ve aç dünyalarının doyurulmasından daha önemli olmadığını, hem de komünizmin sanıldığı gibi bir baskı rejimi olması gerekmediğini vurgulaması açısından da dikkat çekicidir.


Together’ı sinemasal koordinatta kendine has bir noktaya taşıyan bir başka sebep ise, bir dönem filmi olması; ama bir dönem filmi olarak kalmaması. Öyle filmler vardır ki, bir hikayeden çok bir dönemin ruhunu anlatırlar aslında. Kahraman ne bir oyuncu, ne de hikayedir, esas kahraman dönemin ruhudur. Casablanca böyledir biraz, Godard’ın A Bout de Souffle başta olmak üzere pek çok filmi, Truffaut’nun 400 Blows’u, Inarritu’nun Amores Perros’u, Alfonso Cuaron’un Y tu Mama Tambien’i, Scorsese’nin pek çok filmi, Zinnemann’ın From Here to Eternity’si, Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sı, Jacques Demy’nin Les Parapluies de Cherbourg’u içinde bu benzersiz sihri taşıyan kişisellikte, ve tüm döneminin ruhunu içinde taşıyan filmlere örnek olarak gösterilebilir. Moodysson’un Together’ı da 70’lerin sosyalist yaşama kavuşma çabalarına, o dönemin gençliğinin özgürlük arayışlarına, özlemlerine, sıkıntılarına ışık tutuyor ve tüm bunları hakkını vererek yaparken de, sinemasal haritada klasikleşmeye yakın duruyor, üstelik 21. yüzyıla girme arifesinde peliküle çekilmişken.



Together’ın bir başka erdeminin ve insanı kıskıvrak yakalayan sıcaklığının da sahicilik duygusundan kaynaklandığını düşünüyorum. Forever Lilya’da olduğu gibi hiçbir yapay zorlamaya girmeden, her şeyi göründüğü gibi, en insani ve çıplak haliyle sergileyebiliyor Moodysson. Kendisiyle yapılan bir röportajda bu durumu hiç de inkar ediyor gibi görünmüyor zaten: “Ben diyaloglarla ilgileniyorum, bunun için çok çalıştım. İnanılır ses çıkması ve doğru ritimde olması için sürekli olarak yüksek sesle okudum…Önemli olan konuştuğumuz gibi yazabilmektir. Karakterin içine girmenin tek yolu o insanı kendiniz gibi görebilmektir.” Senaryo yazarı Moodysson, yönetmen Moodysson ile birleşiyor. Bunlara bir de şair Moodysson eklenince ortaya “sinema” çıkıyor.

Düşünüyorum da, şu ufacık, kırılgan ve alabildiğine kişisel hayatlarımızın hiç değilse 1 haftasını böyle bir evde, böyle bir zihinsel kopuşla geçirsek neler değişir yaşamımızda? Kilitli kalmış ya da varlığından bile haberdar olmadığımız odalarımızın kapıları açılır mı? Yoksa bu sadece sonunu derviş sabrıyla beklediğimiz can sıkıcı ve asap bozucu bir 1 hafta olmakla mı kalır? Hastalıklı çağımızda pek çok kişinin, düşüncesini duyunca bile tiksineceğine emin olduğum böyle bir yaşantı, hiç değilse bir haftalığına, neler getirir yaşamımıza kestirmek kolay değil. Ancak her akşam kapılarımızın kilidini iki kez çevirip, zinciri takmayı asla unutmadığımızı, eve geldiğimizde ışıkları yakmadan önce ilk iş olarak perdeleri sımsıkı çektiğimizi, altımızda üstümüzde kimlerin yaşadığını bile bilmeden eve girip çıktığımızı, akşamları saatlerce televizyonun jöleli ışığına ebleh ebleh baktığımızı, telefon konuşmalarımızın gün geçtikçe daha fazla resmileştiğini, en sevdiğimiz dostlarımızla bile görüşme frekansımızın ürkütücü bir şekilde seyreldiğini, her türlü maddeci gösterişin en hakiki erdem sayıldığını, itibarın ve saygınlığın banka cüzdanlarının şişkinliğiyle ve kredi kartı limitlerinin genişliğiyle doğru orantıda olduğunu ve daha pek çok şeyi ve daha pek çok şeyi düşünürsek, bu deneyime girişen iyi niyetli insanlarda çok da olumlu bir etki bırakacağını düşünmek maalesef safdillik olur. Ayrıca, birlikte saatlerce ve az sonra kapıcının elinde süpürgeyle gelip kovmayacağı, üzerinde top oynayabileceğimiz bir bahçemizin bile kalmadığını düşünürsek, durumumuz epey trajik görünüyor aslında. Her türlü imkansızlıklara ve zorluklara rağmen Moodysson o ışıklı sinyallerini, 70’lerin her dem taze idealizmini, tutkularını ve özlemlerini, Abba’nın benzersiz ‘aura’sını, çiçek cocukların ruhunu alabildiğine içten ve optimist bir vericiyle gönderiyor çevresine…Tabii ki radarları her şeye rağmen açık olanlara…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder