24 Ağustos 2010

Voksne Mennesker



-Nedir yaşam?
-İnsanın yaşayamayacağı şey.

Ingeborg Bachmann

Kabul edelim. Hepimiz sevdik Noi’yi. Binlerce kilometre uzaklıktaki ve muhtemelen hiçbirimizin dünya gözüyle görmesi kısmet olmayacak, dünyanın unutulmuş bir köşesindeki o buzul hüznü. Tümüyle yabancısı olduğumuz o bembeyaz coğrafyaya, birbirinden minör hayatlara, içlerinde taşıdıkları o ince mizaha kayıtsız kalamadık büsbütün. Dagur Kari, bu kez kamerasının vizörünü bu melankolik kasabadan henüz canavarlaşmamış (belki de hiçbir zaman canavarlaşmayacak olan ) ancak heyecansızlığın, durağanlığın, oturmuşluğun, düzenin çekilmez kıldığı orta ölçekteki bir şehre çeviriyor. Sırf bu ince geçiş nedeniyle bile beni daha fazla ilgilendiriyor.

Orijinal ismi Voksne Mennesker olan filmin Türkçeleştirilmiş adı Tutunamayanlar. İlk bakışta yabancı filmlere isim koyma özürlü toplumumuzun ve kimi sinemasal otoritenin hoşuna giden bir isim gibi gözükse de birebir Oğuz Atay’ın derin ve acı yüklü tonu yok burada. Her şeyden önce, bu her türlü hayat keşmekeşinden ırak siyah beyaz ülke, Türkiye değil. Daniel, Selim Işık değil. Daniel’in algısı Selim Işık’ınki kadar dünyaya açık değil, Selim Işık kendini çağdaş bir birey olarak duyumsuyor, amaçları, idealleri var. Daniel’in hiçbir amacı ve kayda değer bir ideali yok. Daniel’in toplumsal histerisi, çıkışsızlığı, sıkışmışlığı, Selim Işık’ınki kadar içten ve varoluşsal değil. Filmde tutunamayanları simgeleyen öteki karakterler de birer disconnectus erectus değil kesinlikle. Her ikisinde de gücünü toplumla bireyin ezeli uyuşmazlığından alan, altı dikkatle çizilesi bir ironi var. Ancak kalemlerin uç kalınlıkları farklı. Film, aslında tutunmanın bile saçmalığını arkasına alan bir alt metin sunuyor gizliden gizliye. Absürdün rasyonelle iç içe girdiği ya da çakıştığı, gerçekle düşün kopup buluştuğu elastiki bir yapı var. Bütün bu yapıyı ayakta tutan temel dinamik ise hayatın tam da ortasında amaçsız, kimliksiz, parasız, mecalsiz kendini bulmuşluğun kimi zaman hüzün veren ince mizahı. Nitekim Büyükbaba lakaplı Roger, bir sahnede en yakın arkadaşı Daniel’e şöyle söylemiyor mu: “Varoluşsal bir kriz istemiyorum”

Filmin daha ilk repliğinden itibaren başlayan bu naif mizah, sürekliliğini ve gücünden hiçbir şey yitirmeyen gerçekçiliğini iki karşı safta nefes alıp veren toplumsal bölünmüşlükten alıyor. Hayatta bir türlü dikiş tutturamamış ve tutturmak da istemeyen Daniel, sevgilisi Franc ve büyükbabanın tuttukları saf; tam da kendilerine cepheden saldırıya geçmiş, iktidarı, düzeni ve sistemi savunan saf kadar bilinçi ve kararlı değil eylemlerinde. Verginin nasıl ödeneceği konusunda bile acemi onlar. Düzenli bir maaşları yok. Henüz iktidarın gözetimde değiller yani. Kimlik numarasını vermenin kendilerine karşı bir dış tehdit oluşturacağını, her türlü totaliter toplumsal aygıt tarafından fişlenmek anlamına geleceğini de biliyorlar ama. Aptal değiller yani. Sıfır model, tam donanımlı bir arabaları da yok onların. Külüstür ama sevimli ötesi bir Fiat 500 (ki filmin en dikkate değer aktörlerinden olduğunu düşünüyorum kendisinin) ayaklarını yerden kesmeye yetiyor. Nasıl ve niye para kazanılması gerektiği konusunda ise tümüyle cahiller. Ömür boyunca grafiti yaparak hayatını kazanmanın yürek burkan naifliğini taşıyorlar. Hiç kimseyle çıkar muhasebesine girmiyorlar. Bu yüzden romantik ve şiirseller. Üstelik bir gün evine dönerken (Daniel), ev sahibinin kızını sokakta kendi eşyalarını sudan ucuza satarken görmesi, yani kirasını ödeyemediği için evden kapı dışarı edilmesine rağmen, o minicik dört tekerinde sabahlayabilecek kadar da iyimser ve oldukları gibiler. Sosyal bir aşağılık kompleksinden eser yok.

Meslek edinmek, aile kurmak, çoluğa çocuğa karışmak, sisteme dahil olmak, vergi vermek, statü kazanmak ve tüm öteki totaliter buyruklar tümüyle anlamsız, özellikle filmin merkezindeki Daniel için. Kendisi gibi hesapsız-kitapsız ve bu dünyaya ait olmadığı hissini veren Franc’a kapılıyor bu yüzden. Ciddi bir ilişki ya da seviyeli bir beraberlik kurmuyor, tanrı evine girmenin, çocuk sahibi olup yuva kurmanın, maaşları biriktirip ev kirasını daha rahat ödeyerek geçinebilmenin ince hesapları sinmemiş henüz üzerlerine. Kapılıyor yalnızca. Antonioni’nin Yolcu’sunda David Locke’ın günlerce adını bile sormadığı kıza kapılması gibi, Betty Blue’da Zorg’un Betty’ye, Mauvais Sang’da Alex’in Anna’ya, A Short Film About Love’da Tomek’in Magda’ya, Hiroshima Mon Amour’da adamın kadına, Before Sunrise’de Celine’in Jesse’ye kapılması gibi ya da. Buna bir isim koymak gerekiyorsa, peki aşk diyoruz buna. Hesapsız, kitapsız, yatağında kendiliğinden ve herşeyden azat akan su... Ona bakarken, kırı şehre taşıyan, düşsel bir coğrafyayı hayal eden, ne hayali, düpedüz Fordlar, Suzukiler, Opeller görmesi gereken yerde fil sürüsü gören bir oyunbozanlık bu. Açmazın baş dönmesi…

Hayatın tam ortasında birden kendinin ve önündeki yılların farkına varmak zorunda olmanın, ait olmadığını sapına kadar hissettiğin materyalist bir evrende ve sistemin namlularının karışısında öleceğin vakte kadar her gün potansiyel hedef olduğun bir dünya karşısında, en aşağı yüz elli kilo çekmesine rağmen hakem olmayı kafasına koymuş bir hesapsızlığın ruh hali... Ama kesinlikle bön ve sığ bir kafa yapısı değil. Yeri geldiğinde, iktidarın temsilcileri polislere, araçlarını yanlış yere parkettikleri için kendilerine ceza kesmeleri için rica eden, onları kendi cümleleriyle (lütfen kesin cezamızı, dersimizi almış oluruz) saf dışı bırakan bir ruh halinin dışavurumu, bir yerde kayıtsızlığın ve dayatılan hayatla dalga geçmenin ince ironisi…

Kaurismaki’nin Geçmişi Olmayan Adam’ındaki gibi bir sosyal çöküş olduğu şüphesiz. Niyeyse, pek çoğumuzun hayalini süsleyen huzurlu ve varlıklı Kuzey ülkelerinde de işlerin sanıldığı gibi çok da yolunda gitmediğini pek çok kez görüyoruz. Boş sokaklar, durağan ve amaçsız caddeler, en başta kendilerinden ve yaşamlarından sıkılan insanlar, atını sistemin safında koşturan kimilerinin de (ev sahibi, mahkemedeki daktilograf kadın, vergi memuru, pastahanedeki tezgahtar kız, ve tabi ki yargıç) sanıldığı gibi çok da mutlu ve normal olmadıklarına da içten içe şahit oluyoruz.

Öyle bir durağanlık, amaçsızlık ve boşluk ki bu toplumsal yapının üzerine sinen, şehre gidip on emrin hepisini teker teker kırmanın hesapları yapılıyor. Pek çok metropolde hergün doğal hâlimizle en azında 3-4 tane emri farkında olmadan çiğnediğimizi düşünürsek bunun bir amaç olarak ortaya konması bile durumu özetliyor aslında. O pek gurur duyduğumuz, belki de hayatımızda üstümüze giymeye değer gördüğümüz tek geçerli giysi (yoksa ki dibine kadar çıplak kalacağız) olan meslek, sorumluluk ve statünün ikiyüzlü yapısı; kural koyucu, yasaklayıcı, devletin sözcüsü konumundaki yargıçta bile içsel bir kaçışı kamçılıyor en nihayetinde. Hukuk fakültesinde öğrendiği ve ona mesleğini icra etmesi için önüne konan hukuk kitaplarının buyurduğu üzere Daniel’i cezalandıran yargıç bile kendisinden, yaptığı işten, dünyada bulunduğu iki boyutlu koordinattan çok memnun olmadığı için gitmesi gereken bir davaya, hoş bir tesadüfün de tetiklemesiyle, sırf canı istemediği için gitmiyor, bilmediği bir şehirde bir gece daha kalmayı, en sonunda toplantısına hiç gitmemeyi tercih ediyor. Planlı, sistemli, ajanda merkezli hayatından ilk kez kaçıyor, üstelik hiç hesapta yokken, ya da yok görünürken! Bu Antonionivari kaçış Sartre’ın varoluşsal düşüncesindeki seçim yapma yetkisinin her durumda bize ait olduğu düşüncesini yargıçın ömründe ilk kez de olsa doğruluyor.



Daniel Franc ile sevişiyor, çocuk yapmak için değil ama, sevişmemek mümkün olmadığı için sevişiyor. Baba olmak ve yuva kurmak, ailenin reisi olmak için değil. Bir babanın nasıl olabileceği konusunda hiçbir fikri yok. Tek bildiği baba olmanın sorumluluğunu kaldıramayacağı… Gazete bile okumayan, başbakanın adını bile bilmeyen adamdan baba mı olur? Normal bir çiftin bir bebek sahibi olacaklarını duydukları an verdiklere tepkilere yüz seksen derece ters bir tepki veriyorlar. Ancak tohum yuvasına düşüyor. 30’lu yaşlarına sinsice yaklaşmakta olan pek çok genç “herif” gibi ne yapacağını bilmediği, sistemin dayattığı bu otoriter yumruk karşısında nasıl bir refleks ortaya koyacağını tasavvur edemediği için çareyi kaçmakta buluyor. İspanya’yı Akdenizle buluşturan Costa del Sol’da iki haftalık bir tura çıkıyor kimseye haber vermeden. Kendini, hayatını dinleyebileceğini düşündüğü bir kaçış gibi görüyor bu kısa gezintiyi (bu parasızlıkta öyle bir tura nasıl çıkabildiğini bahis konusu dahi etmiyorum). Bir turist olmak amacıyla gittiği bu topraklara turist kalmak bile zorluyor onu. Otobüsleri iki tarafı çölle kaplı bir arazide ilerlerken, zevzek tur rehberinin sözde tanıtım amaçlı rehberlik zırvalarını dinlemekten sıkılıyor. Çölün tam ortasında inmek istiyor otobüsten. Belki bu çölde hayatına en yakın karşılığı bulduğu için, belki kendini para verip karşılığında kuruşu kuruşuna enformasyon satın almaya çabalayan ötekilerden farklı hissettiği için, ama en çok bir seyirciden çok, baktığını, gördüğünü bilmek değil yaşamak isteyen bir uyumsuz olduğu için. Çölün yabancı sesinin, o vahşi ve gizemli kimsesizliğinin, tur otobüsünün camlarının ardından anlaşılamayacağını bildiği için. Zaten kulağındaki ısrarlı müzik bile bu karşı koyuşu daha en başından özetliyor.

Öyle çelişkili, öyle hayat özgü ve öyle kafayı berraklaştıran tesadüflerle dolu ki hayat, iki karşı safın vücutları farklı amaçlarla gittikleri memleket sınırlarının ötesindeki topraklardan geri dönüşlerinde havaalanının WC’sinde karşılaşıyor bir ayna aracılığıyla. Her ikisi de hayatları onları öyle zorladığı için göz göze geliyorlar. Gidiş, kalış, amaçlar, niyetler, yaşantılar, değer yargıları farklı olsa da iki saniyelik bu bakışmaya mecburlar belki. Üstelik, birbirlerine hiç olmadıkları kadar yakınlar aslında o an. Daniel, belki 9 ay sonra baba olacak, hayatında Fiat 500’den başka hiçbir şeye “sahip” olmayan Daniel, bir bebeğe “sahip” olacak, tıpkı yargıç gibi. Hayatını toplumsal kuralların, sınırların belirlenmişliği içinde, daha ötesinde mesleğinin boyunduruğu altında yaşayan yargıç birkaç gün sonra çocuğunun doğum günü için mağazadan doğumgünü hediyesi çalacak, üstelik mağazadan çıkarken güvenlik kamerasına gözlerini uzun uzun dikerek ve elini kendinden intikam alırcasına sallamayı ihmal etmeyerek, suç işlemenin keyfine vararak, kendi ipliğini pazara çıkararak; belki 9 ay sonra çocuğu için aynısını yapacak olan Daniel gibi. Ancak bu anlık buluşma, birbirlerinin içinden geçenleri, niye burada olduklarını, hatalarını, değişimlerini paylaşma fırsatı verecek bir ortama dönüşemiyor. Araya konulan uzunluğu belirsiz mesafe, maalesef ve kaçınılmaz olarak varlığını sürdürüyor.

Daniel’in geri dönüşü baba olma, yuva kurma, o güne kadar aklından bile geçirmediği sorumluluk alma gibi zorlayıcı kararlar konusunda keskin bir viraj almasına sebep olmuyor ilkin. Daniel aynı Daniel. Kürtaj, Franc çok istemese de, kaçınılmaz her ikisi için de… İkisi de bunun farkında ve birbirlerini doğruluyorlar. Huzursuz bir sabah vakti kürtaj için jinekoloğa gidiyorlar. Fiat 500’ün seyir ettiği caddeyi kesen köprü düzeneğinin, az sonra aşağıdan geçecek uzun boylu bir gemi için kalkması canını sıkıyor Daniel’in. Çünkü aceleleri var. Çünkü kafasını karıştıran, onu huzursuz eden bu sevimsiz durumu, bu dayanılmaz fikrin ağırlığını bir an evvel kesip atmalı Daniel. Ancak, Franc’ın arabanın sağ ön camına başını yaslayıp uyuduğu o müthiş kare Daniel’in kararını da sapmaya uğratıyor. Tam bu siyah-beyaz yarı düşsel ortamda, filmin tek renkli ve belki de en gerçek planı bu. Çünkü hayatlarını geri dönülmemecesine değişime uğratacak bir kararın verildiği iki saniye. Bir bebek ne kadar gerçekse o kadar gerçek, bir bebek siyah-beyaz yaşantılara nasıl renk katacaksa o kadar renkli. Yeni bir can’ın, hayatın, hayata adım atmanın, sevdiği adamla birlikte dünyaya yeni bir can vermenin korkutucu ama yaşadıkları çaresiz ortama tek karşı koyma yöntemi her ikisi için de. Ve Franc, uykusu bitip gözlerini açtığında hastane kapısında değil, doğanın kucağında buluyor kendini. Neşeli ve henüz sahiplenilmemiş bir ormanın karşı konulmaz derinliğinde, birlikte büyütecekleri bebeğin de sahiplenmeyeceği ama içinde yaşayacağı, yaşamasını istedikleri dev bir huzur barınağında.

Kari’nin kamerası, belki bu kez kasabadan şehre döndüğü için Noi Albinoi’de olduğu kadar yavaş hareket etmiyor. Ama, yine ekonomik, hesaplı, hayattan almak istediği karelerin farkında, neyi nasıl söyleyeceğinin bilincinde bir kamera. İzleyeni usandırmayan, tezini ispat etme kaygısı gütmeyen, hiçbir ideolojik söyleme angaje olmamış, kör göze parmak sokmayan bir üslup. Otobüsün içinden mikrofonla insanları gezdirdiğini sanan bir turist rehberini ya da her Allahın günü uçaktaki yolculara acil durumlarda neler yapmaları gerektiğini robot misali anlatan hostesleri göstermesi yetiyor 20.yy’ın ikinci yarısına kısa bir özet geçmek için. Buna benzer olarak, hostesi dinlemek yerine uçağın küçük camından ipeksi bulutları ve uçsuz bucaksız gökyüzünü izleyen Daniel’i ya da babanın Daniel’in mahkeme kararının sonucunun ne olduğunu öğrenmek için basit bir parmak hareketini kafi görmesi yetiyor varoluşun ve yaşadıklarımızın saçmalığını, anlamsızlığını, içlerinde taşıdıkları derin boşluğu anlatmak için.

Hayat acımasız bir şaka gibi… Farkına varmak istemeseler de hayat onları da bu gerçeğe kayıtsız bırakmıyor. Daniel ve Francesca’nın ellerinde var olan tek güç birbirlerine olan hesapsız sevgileri ve henüz dünyaya gözlerini yeni açmış bebekleri. Kendi büyürken onları da büyütecek, belki bu yüzden öteki pek çok bebekten daha manidar bir bebek. Belki farkında olmasalar da, onu hayata getirmelerinin esas sebebi de bu. Bu acımasız şakaya istemeseler de gülmenin tek yolu mizahtan ve şiirden geçiyor. Çünkü bu şakası olmayan şakaya gülmedikleri zaman yüzleri her gün biraz daha asılacak, esas o zaman o istemedikleri hayatları üzerlerine giymek zorunda kalacaklar. Bu yüzden bebek, bu yüzden orman, bu yüzden hakemlik, bu yüzden kızmabirader, bu yüzden para kazanma hırsı taşımayı bilmeme, bu yüzden bu ince mizah, bizde her sene Ordu’ya giden tosbağalar gibi dağ bayır gezip kaçan Fiat 500 katarı bu yüzden. Kari toplum mühendisliği yapmıyor ya da yüzeysel bir medeniyet tasarımı çizmiyor. Gergin, sert ve delişmen bir kamerası, asabi bir mizacı yok. Ancak diyor, siz de böyle bakabilirseniz hayata, golf topunu bir türlü deliğe sokamadığınız için sinirlenmezseniz, hayatla dalga geçebilmekte bu kadar ustalaşabilirseniz bir gün, karşı koyabilirsiniz. Yoksa o da biliyor insanlığın dünyanın dört bir tarafına yayılan bir hastalık olduğunu ve bunun bir parçası olamayacağımızı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder