24 Ağustos 2010

Metinlerarası Bir Rüya: A Ay




…hayatsa rüyalarından çalınan o büyük zaman

Edip Cansever


Bir düş gibi okunabilir A Ay. Kökü Türk Edebiyatı’nın toprağına dikili uzun ve sonu olmayan bir roman gibi okunabilir. Baştan sona ağrılar, heyecanlar, hezeyanlar ve rüyalar arasında devinen, efsanelerin, karmaşık imgelerin, hikâyelerin iç içe geçtiği metinlerarası bir masal gibi okunabilir. Bunları ben söylemiyorum. Yeşilçamın melodram geleneğini saymazsak, bir yanını hep gerçekçi veya toplumsal-gerçekçi anlatıma dayamış, düşlerden, imgelerden elini eteğini çekmiş Türk Sineması’nın Sevmek Zamanı ile birlikte en yenilikçi, en avangard filmi olan A Ay söylüyor.

Film uzun yıllar boyunca Rumeli Hisarı’nın kıyısındaki tarihi bir konakta yaşamış aristokrat bir Osmanlı ailesinin üç kuşağının temsilcileri arasında geçiyor. Merkezde ölü bir babanın kardeşleri olan iki hala ve yeğenleri Yekta var. Ancak ölülere, maziye, anılarla yüklü tarihe sürekli yapılan göndermeler, konağın, ailenin, İstanbul’un tarihi ile ilgili biteviye anlatılan öyküler A Ay’ın bir ailenin üç kuşaklık öyküsü olarak okumanın yanlış olmadığını işaret ediyor.

Babasını, annesinin kendisine hamile kalmasından kısa bir süre sonra kaybeden, annesini henüz küçükken, belleğe nüfuz etmeyecek (ya da işte böyle edecek) bir yaşta kaybeden Yekta’nın, düşlerde salınan, masalsı, hazin, şiirsel, kabusâne, aykırı iç dünyası filmin esas odak noktası. Yekta’nın karmaşık iç dünyasını devindiren, çatışmaya sürükleyen diğer iki karakter ise halaları Nüket Seza Hala ve Neyyir Hala. Nüket Seza Hala, Yekta’nın konakla, aileyle, geçmişle bağlarını kesmesini istemeyen, onu bu tozlu, köhne, tahtaları fırlamış konağa hapseden, muhafazakâr, zihni mâzinin yüklü hatıralarında kalmış bir karakterken; kardeşi Neyyir Hala ise ve Yekta’yı bu cinnet koğuşundan, bu cehennem evinden alıp çıkarmayı, İngilizce öğrenebileceği, kitaplarla, klasik kültürle, modernizmle, bilgiyle donatabileceği bir okula yazdırmayı, aslında bir yerde kendine benzetmeye çalıştığı, aklını rüyalarla, annesiyle, ölülerle bozmuş Yekta’nın, annesini, gördüğü tüm o saçma rüyaları unutması için onu bu viran konaktan derhal çıkarmayı isteyen, heyecanlı, hırslı, Nüket Seza’ya kıyasla yaşam dolu, gelecek dolu, bundan sonraki hayatını annesini ve babasını yitirmiş Yekta’yı ‘yaratmaya’ adamış bir karakter olarak resmediliyor. Ve tabi bunların yanında bir diğer karakter ise, Yekta’yı halalarının çekip almaya çalıştığı düşler dünyasında yalınayak yürümesi için cesaretlendiren, düşlerin dilinin gerçeklerin dilinden başka bir dil olduğunu anlatan, bir masal miti sarhoşluğundaki, yaşamıyor olması yaşıyor olmasından daha muhtemel manastır bekçisi.
Yekta’ya bakalım biraz. Reha Erdem’in sonraki filmlerinde de olduğu gibi büyüyemeyen, büyümenin sancılı ve anlamsız yollarından geçmek istemeyen, Lacancı manada imgesel dönemden kurtulamamış, her ikisi de öldüğü halde babasını değil, annesini rüyalarında gören, rüya-zamanla gerçek-zaman’ı iç içe yaşayan, her gece uykusundan uyanıp, girmesi yasak olan odaya girip pencereden annesinin yeşil kayığıyla geçmesini ve yüzünü ay gibi ışıldatmasını bekleyen, yaşamla olan bütün bağını ölü annesinin ölmediğini kanıtlamak üzerine kurmuş, otoriteden, buyruklardan, henüz içine girmediği ama kuvvetle sezdiği toplumsal düzenden, okuldan, gerçek olan’ın anlamsız, hissiz, kof doğasından sıkılmış, pek çok çocuğun aksine yalnızlığı arkadaşlığa yeğ tutan, belki rüyalara inandığı ve rüyalarda yaşamak istediği için hayatın yarım, bitmemiş, eksik olmasından sonsuz öfke duyan acılı ve hazin bir çocuktur.

Annesinin öldüğünü, gördüklerinin saçma bir rüyadan ibaret olduğunu söyleyen Nüket Seza halasına “Neye anlatıyorsun hala, ben her şeyi gördüm bile” diye karşılık veren ayrıksı bir çocuk Yekta. Sinemanın hangi çocuklarını gördüm Yekta’da? Antoine Doinel’in asiliği, Bresson’un Mouchette’inin mazlumluğu, Victor Erice’nin Arı Kovanının Ruhu’ndaki bir gizli bildiği olan Ana’nın masumiyeti, Bergman’ın, A Ay’a uzaktan ruh akrabası olan Sessizlik’indeki Johan’ın bölünmüşlüğü… Bunların hepsi, ama hepsinden fazlası…

Film, Burgazada ve İstanbul sokakları sekanslarıyla birlikte büyük ölçüde köşkte geçiyor. Köşk minör bir medeniyetler çatışmasının simgesi. Gelenekselin, ritüellerin, geçmişin yanındaki, Doğu’ya yakın duran Nüket Seza Hala; yeni heyecanların, yeni keşiflerin, batı merkezli modern bir eğitimin cephesinde saf tutan, Batı’ya yakın duran Neyyir Hala; ve işte tüm bu dünyevi meselelerden kendini soyutlamış, rüyalarda yaşamanın benzersizliğinden olacak daha bu yaşta ölülerin peşine düşmüş bir proje: Yekta. Ne doğunun ezelde akan geniş zamanını duyan, ne de batının istikbale dört nala koşan gürültülü zamanını bilen, onların yerine rüyaların zamanını yaşayan Yekta… Halalarıyla bir türlü kuramadığı iletişimi Neyyir Hala’nın adadaki talebesi Nuran ile kurmaya çalışır. Kuşları insandan daha çok seven, ve hemen hiç arkadaşı olmayan Yekta için, işi gücü kuşları fotoğraflamak olan Nuran rüyalarını anlatabileceği bir dosttur ilkin. Onu gizlice köşkteki yasak odaya sokar, gece olunca uyanıp yanına gelir ve annesinin kayıkla geçmesini beklerler birlikte. Nuran bir rüya şahidi olmak üzere seçilmiştir. Zaman gelir, ay ışığı yine akar odaya, anne kayıkla açılmış, boğazın telkari sularında süzülmektedir. Nuran şahitliğini belgelemek üzere makinesine davranır. Ancak gecedir, ve ışık yoktur, ve fotoğraflar karanlık çıkar. Rüyaların fotoğrafı halalarının mahkemesinde bir delil olarak kullanılamayacaktır. Nuran da görmüştür anneyi (büyüyen göz bebekleri), ancak belgeleyemez. Filmin belki de en can alıcı replikleri Yekta’nın ağzından öfkeyle dökülür. “Her gördüğünü gösterebiliyor musun? Rüyalarının fotoğrafını çekebiliyor musun? Işığın yetiyor mu? Netliğini ayarlayabiliyor musun? Görmeyi, sadece görmeyi biliyor musun? Hem ne göstereceksin? Haberleşmek için mi? Kimlerle? Kendinden habersiz kaldın mı hiç? Gösterilemeyen şeyler görüyorum hep. Gör. Sadece gör. N’olursun. O fotoğraflara görmek için bak. Görüyor musun Nuran? Annemi görüyor musun?

Nuran yaraya merhem olamaz. Ancak biri vardır onu rüyalarına sahip çıkması için destekleyen, rüyaların diliyle hayatın dilini birbirinden ayıran, hiçbir şey bilmese, hiçbir şey görmese bile ona inanan. Mitsel bir kahraman edasındaki manastır bekçisi rüyaca nutuklar atar Yekta’ya “Rüyalarının tabirlerini, anlamlarını sakın arama. Nedenlerini de arama. Rüya rüya içindir. Rüyanda gördüğün kuş, rüyanda gördüğün kuştur. Rüya kuşları bu kuşlara benzemez. Onlar başka bir dil konuşurlar.”

Yazının başında A Ay’ın bir roman, metinlerarası bir masal gibi okunabileceğinden bahsetmiştik. Şüphe yok ki bize bu cümleyi kurduran referansların başında Sevim Burak ve Yanık Saraylar geliyor. Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ı ile A Ay arasında hem yapısal hem de içerik ve hikâyeler bağlamında kayda değer yakınlıklar vardır. İçerik ve hikâye öğeleri açısından baktığımızda; Sevim Burak’ın öykülerinde “konak, saray, köşk” gibi kapalı, dev, dış dünyayla ilişkiye asgariye indirmiş yapılar kahramanların patetik durumlarını yoğunlaştıran yapılardır. Geçmişi hatırlatan ve sorgulatan, yalnızlığı koyultan, dışarıyla, akıp giden hayatla bağını koparmış, gelecek ile ilgili herhangi bir düşünce barındırmayan, geçmişin girdaplı sularında sürekli dört dönülen özerk hapishanelerdir. A Ay’ın bir Osmanlı köşkünde geçmesi tesadüf değildir. Köşk, geçmişe hastalıklı bir inat ve tutkuyla sarılmanın, yani Nüket Seza’nın simgelediği yitik Osmanlı’nın, mutsuzluğun, trajedinin, yalnızlığın, köhnemişliğin yuvasıdır. Selim İleri “Yanık Saraylar Üzerine” isimli yazısında şöyle söyler: “Yanık Saraylar çöken bir zümrenin artıklarını; onların içsel karmaşasını, bireysel kurtuluşsuzluklarını, içinde bulundukları ‘yeni’ ortamla uyuşamazlıklarını anlatıyor. Yapıtın dünyası bu.” Yanık Saraylar’daki öykülerin hemen hepsinde vardır bu “büyük ev” imgesi. Ev bir anılar deposu, emekler külliyatıdır. Gelin görün ki dış dünya bu emeğe, anılara, birikimlere sadakat gösterecek sabırdan yoksundur. Ev her an parçalanmaya, yıkılmaya, kopmaya, yanmaya yakın durandır:

“ O’nun yangın duvarlı, rüzgâr fırıldaklı, şimşek çekenli EVİNİ almaya gelmişlerdi.
Nurperi Hanım kırk yıldan beri pencere önünde oturuyordu. Hiç kımıldamamıştı yerinden MENLİK’ten ÜSKÜDAR’a geldiğinden bu yana tırnaklarını yiyip duruyordu.” (Sedef Kakmalı Ev).

‘Büyük Ev’in yanması demek anıların yanması demektir. “Bir öğle üzeri ya Saray tutuşursa? Korkusuyla irkildiği ânı ve başka bir gün, masanın üstünde yarım bırakmış olduğu bir bardak çayı birlikte düşündü (…) ŞEREFİNİ – NAMUSUNU – yitirmeden yaşamasının kendi kendisinin ve başkalarının üstünde bıraktığı ESRARLI HAYRANLIĞI – ESRARLI HAYATINI – DÜŞÜNDÜ…”(Yanık Saraylar)

Nüket Seza Hala da kendi anılar denizinde yaşayan bir eski zaman kadınıdır, varı yoğu evin yüzyıllık mirası, yaşanmışlığı, kokusudur. Delirtici bir ısrarla ölçer biçer, evi tadil ettirme planları yapar. Ev, geçmişlerinden, şimdiki zamandan ve hatta gelecekten de üstün bir kutsiyet barındırır. “ Daha, bu ev göremediğin esrarla doludur, tahayyül edemediğin yücelikle doludur.” Yekta evden ayrılırken yatalak Sırrı Bey’in odasına girip önüne bir kutu kibrit atar. Her şeyin yarım ve eksik olduğu bu dünyada, bu köşk de sonsuz yarım ve eksiktir. Çektirdiği tüm acılar, çelişkiler, sahiplendiği bütün bu koyu esrar yanmalıdır. Yekta, Neyyir Hala ile İstanbul sokaklarında gezerlerken bir pasaja girerler. Yekta ahir bir zamandan kokular duyar “Hala, hala diyorum. Bir koku var, yanık kokuyor, yanık diyorum! Yanık kokusu bu! Hala, halacım, gezmeyelim bu kokuyu diyorum.”

Sevim Burak ve A Ay ile ilgili bir başka ortak simge de “iğne”dir. İğne, Sevim Burak’ta ölümün simgesidir. Gerçek hayatta uzun bir dönem terzilik yapmasının da etkisi olabilir, “iğne” yürüyen, nefes alan, hareket eden bir nesnedir. İğnenin yürümesi ‘ölüm’ü anıştırır.
“Bugün 1931-30 Haziran Pazartesi saat 2’de iğne kasığımdan hareketle yürüyerek belime çıktı - Aynı gün – Bugün 1931 – 30 Haziran Pazartesi saat 3’te Ebe Anastasiya Tevrat’ı getirdi – Saat 4’te gitti – Saat 5’te iğne gene yerinden hareket ederek sırtıma doğru yürüdü – Ağrı ve sızı yüzünden bir yere çıkmayıp akşama kadar pencerenin önünde Tevrat’ı okudum – Saat 6’ya doğru iğnenin yürümesi ve ağrı durdu” (Ay Ya Rab Yehova)

Sevim Burak’taki bu iğne korkusunu, A Ay’da Sırrı Bey üstlenir, bir yerine kaza eseri girebilecek bir iğnenin, içinde ilerleyip kalbine saplanabileceğinden korkar. Benzer bir şekilde Yekta’nın rüyasında gördüğü “iğne” imgesel bağlamda ölümü çağrıştırır. Nüket Seza Hala, Yekta’nın gördüğü rüya üzerine bir rüyalar tabiri kitabından rüyada görülen “iğne”nin hangi anlamlara geldiğine ilişkin konuşur:

“ - Her kim eline bir iğne battığını görür ise, rüyanın hayra alamet olup olmadığı, batan bir iğnenin hangi elin hangi parmağına, yorgan iğnesiyse üzerinde takılı olan ipliğin rengi tamamen zıt anlamlarla yüklü olabilir.”
- Benim değil, annemin eliydi kanayan. Bir küçücük damla kan çıkıyordu. Güldü. Boşver boşver suda leke kalmaz dedi.”

Bir başka sekansta, Yekta annesinin kayığıyla görünmediği bir gece öfkeli, acı dolu ve melankolik bir ruh haliyle Sırrı Bey’in yatmakta olduğu odaya girer. “Annem gelmedi bu gece. Beni bekliyor. Anneme gidiyorum Sırrı Bey. Annem beni çağırıyor. Sizin için ne yapabilirim?” dedikten sonra parmağından damlayan kanı görürüz. Yekta parmağını ağzına sokar, kanı emer. Parmaktaki bu kan, rüyasında annesinin elinde gördüğü kandır. Çok muhtemeldir ki iğneyle parmağını delmiştir. Parmağındaki kanı emerek annesini hatırlar, annesini hisseder. Anne memesini emme devri sona ermiş, parmak emme devri başlamıştır. Parmağındaki kanı emerek hem hep çocuk kalmak isteğini dışa vurur, hem de rüyasında gördüğü ölü annesiyle tensel bir bağ kurar. Daha sonra öfkeyle şu sözler dökülür ağzından. “Çocukların duası kabul olurmuş. Benim artık dualarım da kabul olmayacak. Her şey işte böyle yarım!”. Ve hemen ardından iskeleye koşarak bir kayığa atlar ve annesini bulmak için sonsuzluğa doğru kürek çeker.

A Ay ve Yanık Saraylar arasında içeriksel benzeşmelerin yanı sıra yapısal açıdan da kimi ortak noktalar bulunabilir. A Ay sahip olduğu tüm sıra dışı niteliklere rağmen “klasik olan”a da şiddetle öykünür. Halalar tane tane, dirhem dirhem konuşurlar. Üzerlerine sinen Osmanlı kültürünün etkisi seçtikleri sözcüklerden, yaptıkları vurgulamalara, tonlamalarındaki seçicilikten, bir konuyu veya durumu hikayeleyişlerindeki zarafete kadar kendini gösterir. Cümleler uzaması gerekiyorsa uzar, bitmesi gerekiyorsa biter. Anlatılanlar karşıdaki ikinci bir kişiye değil de bir iç monolog, ya da asla gönderilmeyecek bir mektup şeklinde kendi kendine anlatılır sanki. Bir olayı hararetle anlatmaktan çok, bir ruh halinin soy kütüğü çıkarılır. Diyalogların doğallığı bilinçli bir şekilde arzulanmaz. Karşılıklı konuşmalar hikâyenin inandırıcılığına hizmet etmekten çok, yapıntı bir mimarinin heybetli görselliğine tuğla örerler. Halalar birbirlerinin yüzlerine bakarak konuşmazlar çoğu kez, duvarda seçtikleri bir noktaya, koltuğun döşemesindeki desene, ya da pencereden açılan yekpare sonsuzluğa bakarak konuşurlar. Anlattıkları da pek çok kez birbirlerinin konuşmalarını destekleyen cümleler değil, geçmişe ait bir takım hikayeler, kişiler üzerinedir. Tüm bu konuşmalar ve diyaloglar filmin ısrarlı ve tutarlı bir şekilde yapıntı olanı kucaklayan örgüsü içinde ve Osmanlı aristokrasisine yaslanan retoriği bağlamında kabul görür. Bu retoriğin kullanılış şekli bana Sevim Burak’ın Cumhuriyet’in henüz ilk yıllarında geçen Ay Ya Rab Yehova öyküsünü hatırlattı. Bilal Bey’in not defterine yazdığı günlük notlarla ilerleyen, ve dili öteki Sevim Burak öykülerinden farklı olan bu öyküde Bilal Bey’in yazdığı notlar, A Ay’daki halaların konuşmalarıyla akrabalık gösterir. “13 gündür iğnenin neremde olduğunu bilmemem zaten bozuk olan sinirlerimi perişan etmiştir. Ağrı ve sancı yoktur. Bu yüzden sancı beklenmiş fakat bedenimde bir değişiklik husule gelmemiştir.” (Ay Ya Rab Yehova)

Yanık Saraylar ve A Ay’da ortak olan bir başka yapısal benzerlik de kullandıkları sentakstır. Sevim Burak öykülerinde alışılmış sentaks ve cümle yapılarına rastlanmaz. Ezberi bozar, bir delirme eşiğinden seslenir Sevim Burak. Başı, ortası ve sonu olan, kurallı, korunaklı, içinde gözü kapalı yürünen, sığ indirgemelere gelen öyküler değildir bunlar. Hayat ne kadar kurallıdır ki sözcükler ve cümleler kurallı olsun. Kendisinin de dediği gibi “Sanat çevrelerinde, bilgi ve kesinlik arıyorlar. Benimse, yaşamam, tanımam, yazmam, sanı’ya (sezgi’ye) dayanır.” Küçük kağıtlara yazıp perdelere tutturduğu metinlerinin kağıt üzerindeki dağılımının öneminin farkındadır. Büyük harfin küçük harften farklı okunduğunu, satırların yatay değil de dikey doğrultuda dizilmesinin farklı okumalar, farklı anlam boyutları, çağrışımsal zenginlikler getireceğini bilir. Arzu ettiği vurguyu yapabilmek için sıkça yinelemelere başvurur. A Ay bir sinema filmi olduğu için kullandığı dil sözel değil görseldir evvela, ancak gücünü ‘sözel’den alan bir görsellik söz konusudur. A Ay’da büyük harfler Yekta’nın çıkışlarıdır. Baştan sona düz sayılabilecek bir ritimde ilerleyen A Ay’da Yekta ritmi bozar, büyük harflerle konuşur, halalarına bağırır, Nuran’a çıkışır, vurguyu kendinde toplar. Yinelemeler hem sözel (Haberiniz yok ki, işitilmiyor hala x 3 ) hem de görseldir (Merdivenleri üç kez iner). Karakterlerin bir delirme eşiğine yaklaştığının bir göstergesidir bu yinelemeler Sevim Burak’ta olduğu gibi. Bir başka örnekte; Yekta, John Donne’un kendisine halası tarafından zorla ezberletilip okunması buyurulan şiirini, sandalyeye çıkıp defalarca kez, başa dönüp tekrar tekrar okur ve halalarını çıldırtır.

A Ay’ın pek çok metinle bilinçli ya da bilinçsiz ilişkide olduğunu, metinlerarası göndermelerle dolu olduğunu söylemiştik. Edip Cansever şiirleri, sadece burada alıntıladığımız dizeleriyle değil, tüm yapıtına hâsıl olan ruhsal iklimiyle önemli bir alt metindir A Ay için:

“Denizse
Şuralarda
Yok önemi bir iki gün kaldı – martı –
Balkonda
Deniz de öldü sonra, martı da
İyi iyi
(Bezik Oynayan Kadınlar)

Ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
Pencerelerde ve her yanda
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa
(Ben Ruhi Bey Nasılım)

Filmin bir sahnesinde şöyle söyler seyyar bir balıkçı Yekta’ya “Yani buraya çıkar, yani kendine çıkar, yani bu yol çıkmaz. Bu yol böylece kendi etrafında, adanın etrafında döner durur. Orda, yine ada. Burası bu yolun başıysa, aynı zamanda sonudur da. Ama yolu bırakır, tepeye vurursan, o zaman başka!” Yekta filmin sonunda Neyyir Hala’sından kurtulmak için, dönüp durduğu bu çarktan sıyrılmak için tepeye, gittikçe daha tepeye çıkar ve izini kaybettirir. Kaybolmuştur artık. Gerçeğin zamanından rüyaların, bilinçdışının zamanına geçmiştir. Bu anlamda ne kadar “harika”dır bilmiyorum ama kendi diyarını arayan, kendi diyarına kaçan bir Alice’tir.

"Bana hangi yoldan gitmem gerektiğini söyler misin?" dedi Alice,
"Bu neyi istediğine ve neye ulaşmaya çalıştığına bağlı" dedi kedi.
"Şey bilmem ki..." dedi Alice,
bunun üzerine kedi de:
"O zaman hangi yoldan gittiğin fark etmez" dedi.
Alice sözünü açıklamak amacıyla “Yeter ki bir yere varayım” dedi.
“Tabi varırsın” dedi kedi. “Yürümekten yılmazsan, bir yere varırsın elbet”
(Alice Harikalar Diyarında)

Sadece bunu yazsa yeterdi, sadece bunu çekseydi de olurdu kabilinden bir film A Ay. Kanonun dışında kalmayı seçen, yalnızca bilenin ve duyanın bir yerinden katılıp eşlik edeceği, başı ve sonu olmayan bir senfoni. O hiçbir zaman bitmeyecek filmlerden olan A Ay hakkında yazılacak her yazı da aynı kaderi paylaşacak sanırım, tıpkı bu yazı gibi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder