24 Ağustos 2010

The Isle’da Avlanmak Üzerine Bir Değini


Derinlik saklıdır. Nerede? Yüzeyde

Hugo von Hofmannsthal


Ülkenin sinemasa-sında birden baş köşeye oturan Kim Ki Duk’un şiddetten huzura evrildiği sinematografik serüveninin ara duraklarından biri The Isle. Bir yönetmenin ya da ‘auteur’lüğe soyunmuş bir yönetmenin resim ve şiirden mümkünse biraz anlamasını adeta şart koşan, hiçbir formel sinema eğitimi almamış, hiçbir yönetmenin yanında asistanlık yapmamış, fabrika işçiliğinden, beş yıl süren deniz kuvvetlerindeki astsubaylık macerasına, iki yıl süren kilise yaşamından, parasız pulsuz göç ettiği Fransa’da (Paris, Montpellier) sokak ressamlığına kadar birbirinden çok farklı işlerde hayatın türlü tozunu yutup sindirmiş, bu nevi şahsına münhasır kişiliğin yaşam, aşk ve acıdan süzme boyasının suyuna banıp yazdığı bir başka felsefi şiir. Sadece sinemada değil, sanatın tüm dallarında esas erdemin kimseye benzememek olduğunu bir kez daha ispatlayan bir başka benzemez. Aşk, acı, bağlanma, saplantı, tutku, nefret, sahiplik üzerine daha önce kurulmamış cümleler kurmayı başarıyor yine hiç konuşmadan. Breton’un “Bir aşkta mutluluğu değil, sadece aşkı arayın” sözünün bile ötesine taşan sadomazoşist bir anti-romance.

Oltayı kendine takan, kendini avlarken ‘öteki’ni, ‘öteki’ni avlarken kendini avlayan, kamudan izin beklemeyen, gözden ırak ve yabansı bir av töreni… Yine tecrit edilmiş mekanlardaki, neşter vurulamayan kalabalık yalnızlık... Toplum, çürümeye yüz tutmuş adacıklarında oltasını gün aşırı hedonist bir organon niyetine kullanırken, kendi adalarında boğulmayı seçen tahripkar bir avcı, tahrikkar bir av… ‘Sahip olma’nın aura’yı tersdüz eden sığlığı, ‘sahip olmama’nın mesafeyi koyultan ototrajedisi… Adalar tek başına oturmak, yemek, içmek ve işemek için değildir, bunu biliyor Kim Ki Duk. Adalar komşudur, her sabah, her gece birbirini görür… Görmek yetmez, ruh bedenden önce kayığa atlar çoğu zaman. Av kendini av olarak kabul ederse, avcı avcı olmaya soyunur, mesafeyi öldürür, acıya son vermek için, acıyı sonsuza yuvarlamak için.

Bildiğini anlatmak için kullanmıyor kamerasını… Anlamadığını anlayabilmek, hiç değilse anlam yükleyebilmek için kullanıyor. Anlatmak kısmen totaliter bir eylemdir özü gereği. Kim Ki Duk anlatmıyor, beş duyusuyla duyduğunu duymamızı istiyor. Metaforlar kullanmayı seviyor Kim Ki Duk. Metaforlarını filmin tüm enerjisini, ‘psyche’sini, derdini duyumsatabilmek için seçiyor ve o metaforların merkezde durduğu hikayeler sunuyor. Metaforlar, basit bir ‘gösteren’den çok boyutlu ve derinlikli kavramlara dönüşüyor film içinde. Merkezden çevresine yayılan halkalar halinde genişliyor film ve sona erdiğinde (sona eriyor mu?) sınırları belirsiz olan bir çember hâlini alıyor. İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar’da mevsim bu metafor, Boş Ev’de golf sopası ve baskül, Yay’da ok ve müzik aleti. Yapı itibariyle daha konuşkan olan Bad Guy ve Samaritan Girl gibi filmlerinde de bu metaforları filmin farklı bölümlerine daha çekinik ve dağınık olarak serpiştiriyor. The Isle’da ise “olta” görüyor bu işlevi.

Boğulmanın erdemine inanıyor Kim Ki Duk. Kesif döl kokulu bir havada nefes almak zorunda kalmaktansa, tutkulu ve huzurlu bir derinlikte nefes alamamanın gücüne inanıyor. Kaybolmanın şiirini yazıyor. İçine dalıp kaybolduğumuz bir ormanda esas kaybolanın biz mi yoksa orman mı olduğunu bilemiyoruz. Hiç kimse hiç kimsenin değildir; ama herkes birbirinde yaşamaya ve birbirinde ölmeye mahkumdur. Elimizden, bu yıkım ve dirim sürecinin kendi adamızda, kendi karasularımızda gerçekleşmesini dilemekten başka bir şey gelmez. Hepimiz farkında olmadan avını bekleyen bir avcıyız, hepimiz farkında olmadan avcısını bekleyen bir avız. Başka ne ki yaşam... ne ki aşk... kim ki insan... kim ki duk…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder