24 Ağustos 2010

Antonioni’ye Veda



Ne zaman film yapsam midemin derinliklerinde bir aksilik, yani film yaparak iyileştireceğim bir çeşit ur olur. Bu uru unutursam yalan söylerim.

Michelangelo Antonioni


Şüphesiz ki Cemal Süreya’dan bu dünyaya kalan en eşsiz dizelerdendir “keşke yalnız bunun için sevseydim seni”. Bambaşka bir bağlamda yazılmış bu söz öbeğinin sinema tarihinin en sevdiğim yönetmeninin ölüm haberini aldığımda sığınacağım ilk cümle olacağını nereden bilebilirdim. Büyük usta dünyadan göçeli beri onu neden bu kadar sevmiş olduğumu anlamaya çalışıyorum. Yaşadığımız bu korkunç riya ikliminde sevmek değilse de onu anlamaya çalışmak için bile sayısız neden var bana kalırsa.

1912 yılında İtalya’nın Ferrara kentinde doğar Antonioni. Bologna Üniversitesi’nde ekonomi eğitimi alırken bir gazeteye film eleştirileri yazar. 1939 yılında Roma’ya giderek “Bianco Nero” ve “Cinema” dergilerinde film eleştirmenliği yapar. Ertesi sene “Centro Sperimentale di Cinematografia”da sinema okumaya başlar. 1942’de Rossellini’nin bir filminin senaryo ekibine katılır. Aynı yıl Fransa’ya giderek Marcel Carne’nin asistanlığını yapar. 1943’te ilk belgeseli olan “Gente del Po”yu çekmeye başlar. Dönemin koşullarından ötürü 9 dakikalık filmi ancak 4 yılda bitirebilir. 1950 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi olan Cronaca di Un Amore’de sinematografisinin esas meselelerinin başını çeken kadın-erkek ilişkisinin çıkışsızlığını polisiye bir öyküleme tekniği ile anlatmayı dener. Art arda çektiği I Vinti, La Signoria Senza Camelie ve Le Amiche’in ardından ilk başyapıtı olan Il Grido’yu çeker.

60’lı yıllar Antonioni’nin sinemanın ezberini baştan aşağı bozacağı yıllardır. Birer sene arayla çektiği L’Avventura, La Notte ve L’Eclisse ile kuralları yıkmaya başlar Antonioni. Yıkım hem biçimsel dogmalara hem de kalıplaşmış anlatım tekniklerine karşıdır. “Sinema okullarında öğretilen ve ancak gerçekten film yapmaya başlayıncaya kadar değer taşıyan böyle yüzlerce kural var. Yalnızca bunların ne kadar yararsız olduğunu kendime kanıtlamak için çekim yaptığım çok olmuştur.” Yerleşik anlatım kalıpları, söyleyeceği ‘söz’e dar gelir Antonioni’nin. Onda temsili bir eylem sinemasının izlerini aramak yararsız bir çabadır. Tanık olduğu çağ dramatik örgü bütünlüğünü kaldıramayacak kadar eksilmiş ve parçalanmıştır.



1964’te çektiği ilk renkli filmi Il Deserto Rosso, Antonioni’nin renklerin sinematografik anlatımdaki önemini keşfettiği ve renklerin anatomisi üzerine unutulmaz bir ders verdiği filmdir. Seçil Büker’in güzel tarifiyle “Antonioni’nin filmlerinde renklerle izlek birbirine karışır, renkler izleğin kendisi olur.”

1966’da çektiği gerçeğin ele geçirilmezliği üzerine bir başyapıt olan Blow-Up’tan dört yıl sonra tüketim fetişizmini eleştirdiği Zabriskie Point’i çeker. Hem Blow-Up’ta hem de Zabriskie Point’te kullandığı hippilerin bugünkü toplumu düzeltmek değil, onu yıkmak ve hatta eski çağların, daha sade, daha ilkel ve çok daha az mekanik bir yaşama dönmek istediğini ve daha iyi şeyler yaratacaklarını umduğu için onların tavırlarına hayranlık duyduğunu söyler. 1975 yılında çekeceği Professione:Reporter’da ne kendisi olabilen ne de başkası olabilmeyi başaran bir adamın yolculuğunu anlatır. “Her şeyden kaçıyorum, karımdan, evden, evlatlık çocuğumdan, başarılı işimden, vazgeçemediğim birkaç kötü alışkanlık dışında her şeyden” diyen Locke’un temsilinde varoluşun anlamsızlığını bir kez daha yüzümüze çarpar. 1982 yılında ise bir başka başyapıt Identificazione di Una Donna gelir.

Peki neydi Antonioni’yi böylesine sevmemin nedenleri? Heidegger'in bir şairin aslında sürekli ve tek bir şiiri yazdığını söylemesi gibi Antonioni de dönüp dolaşıp aynı filmi çekmiştir. İşte ben ondaki bu umarsız ısrarı sevdim evvela. Tüm büyük yaratıcılarda mevcut alan yazgısal bir esaret halidir bu, hayat karşısında aldığı tavır ile yapıtlarının aynı koordinatta kesişmesi durumu.


Nasıl ki Ömer Kavur’un erkek kişileri aslında bir parça Kavur’un kendisiyse, Antonioni’nin erkekleri de Antonioni’nin yansımalarıdır. “ …En önemli an, yönetmenin kendini çevreleyen her şeyden ve herkesten, çalışmasının daha yaratıcı bir gidiş kazanmasını, daha kişiselleşmesini, hatta en geniş anlamda daha otobiyografik olmasını sağlayacak eldeki tüm görüşleri derlediği andır.” İşte ondaki bu gözü pek dürüstlüğü sevdim. Filmlerindeki erkekler sürekli olarak zayıf kişiliklere sahiptir. Bu durumu şöyle açıklar: “Çağdaş erkeğin moral dayanakları yoktur. Bu yüzden bunaltı içindedir.” Erkek, eylemlerinin sarmalına dolanmış bir esirdir. Enis Batur’un ifadesiyle “Yazarın, fotoğrafçının, gazetecinin arkasından duruma bakar Antonioni: “Kimim ben” ve ne yapıyorum şimdi burada.” Kendisini terk eden 12 yıllık eşi Letizia bu terk edişin sebebini Antonioni’nin yaşam karşısındaki zayıflığı ve kötümserliği olarak göstermiştir. Bu ayrılıktan 3 yıl sonra gelir Il Grido. Yedi yılın sonunda terk edilen Aldo, Antonioni’dir biraz. “Yabancılaşma Üçlemesi”nin aksine bu kez sokaklarda anlamsızca dolaşan, yabancı yüzlerde aşkın suretini arayan ve kaçınılmaz olarak intiharı seçen erkektir. Kadının payına ise acı bir çığlık düşer.

Kadın, kafası amansızca karışık olandır. Aşkın, yeryüzünde sığınabileceği son yuva olduğunu bilir. Şöyle söyler Antonioni: “Doğal olmaksızın, hayatlarını ve aşklarını doğal bir şekilde sürdürmeye uğraşan kadınlardır. İletişim kurmakta zorlanırlar, çünkü doğrunun pek az olduğunu keşfetmişlerdir.” Erkek gibi kadın da yalnızdır, ancak kadın yalnızlığının bilincindedir. Erkeğin çoktan yitirdiği masumiyeti kadın henüz yitirmemiştir. L’Eclisse’de, borsada milyonlarını kaybeden adamın çizdiği çiçek resmi, La Notte’de Giovanni’nin bir zamanlar Lidia’ya yazdığı aşk mektubu erkeğin içinde bir zamanlar mevcut olan inceliğin ve aşkın simgeleridir. Kadınlarını sürekli dolaştırır Antonioni. Bütün bu başıboş dolaşmalarda kadın bir yandan ‘artık olmayan’ı ararken bir yandan da John Orr’un La Notte’deki Lidia için ifade ettiği gibi “kentteki erkek rolünü üstlenen ve kamusal alanlardaki toplumsal cinsiyet sunumlarını kuşatan ikiyüzlülüğü açığa çıkaran, meydan okuyucu bir dişi avare” konumundadır. Kadın ikiyüzlü bir modernizmin kıskacında kalmıştır. Paranın ve iktidarın tek hükümdar olduğu bir anakaranın kıyısında kadın, hayret suyunda boğulandır. “Kaybedilen onca milyon nereye gidiyor?” L’Eclisse’de Afrika dansları yapan Vittoria ilkel bir doğanın, yitirilmiş mutluluğun ve saf özgürlüğün arayışını imler. “Orada mutluluk daha az düşünülür, olaylar kendi kendine gelişir değil mi? Burada her şey çok karmaşık… aşk bile” Onda kadında bulduğu bu üstün duyuşu sevdim.

Antonioni modern çağda yitmiş olan aşkın ontolojisini sorgular. “Aşk dediğimiz, öylesine anlaşılmaz, öylesine çarpık bir duygudur ki, aşkı bir hastalık gibi incelemek gerekir… Aşk hiçbir zaman sürekli değildir. Erkekle kadını başta birbirine bağlayan bu duygu, zaman geçtikçe tükenmeye, ölmeye mahkûmdur.” Aşk, bir keşkeler şeceresidir Antonioni’de. “Keşke seni sevmeseydim… Ya da çok daha fazla sevseydim.” (L’Eclisse), “Yaşlı olsaydım keşke. Bütün yıllarımı sana adamış olsaydım. Yaşamıyor olsaydım. Çünkü bundan böyle seni sevemem.” (La Notte)


Konuşmanın anlamsızlığını sergiler Antonioni. “İnsanların çok fazla konuştuğunu düşünüyorum (…) Çok daha az konuştuklarında daha mutlu olacaklar.” Sözcüklere ihtiyaç duymayan bir aşkın özlemini çeker. Ne var ki konuşan hep erkeklerdir, kadınlar sessizlikte saf tutarlar.

- Dün gece ne yaptın?
- Neden bu kadar çok soru soruyorsun? Aşkta bence böyle yapmamak lazım. Belki de hiç âşık olmamak lazım. (L’Eclisse)

Konuşmanın anlamsızlığını vurguladığı gibi aşkın karşılıklı anlaşmanın ötesinde bir olgu olduğundan da dem vurur:

- Seni gerçekten anlamıyorum. Merak ediyorum eski nişanlınla sen birbirinizi anlıyor muydunuz?
- Birbirimize âşık olduğumuz sürece anladığımız tek şey, anlaşılması gereken bir şey olmadığıydı. (L’Eclisse)

Aşkı tanımlarken takındığı bu yazgısal umutsuzluğu sevdim.

Antonioni’nin karakterleri dünya karşısında çaresiz ve zavallıdırlar. Sonsuz çayırlarda ufacıktırlar, geniş caddelerde kimsesizdirler, odalarda ter içinde kalmışlardır. İşte ondaki bu yakıcı farkındalığı ve kabına sığmayan sıkıntıyı sevdim.

Çok az yönetmen filmlerini Antonioni kadar vurucu bitirebilmiştir. Il Grido’daki çığlık, La Notte’deki mektup, L’Eclisse’deki metaforik çürüme, Zabriskie Point’teki infilak, Blow-Up’taki hayalî tenis topu, Professione:Reporter’daki yedi dakikalık plan-sekans çalışması... Onda son sözünü söylerken giriştiği karşı konulmaz cesareti sevdim.


İtalyan ANSA ajansı şu cümleyle geçti dünyaya ölüm haberini: "Antonioni dün akşam evinde, eşi Enrica Fico’nun yanında, koltuğunda huzur içinde öldü.” Tek bir dizenin bile bir film projesine dönüşmek üzere zihnini kurcaladığı düşünülürse, ajansın geçtiği bu haberden haberi olabilseydi, cümlede geçen ‘huzur’ kelimesine takılıp yeni bir film yapmayı düşünebilirdi. Huzurun bahsini açmışken sözü Huzursuzluğun Kitabı’nı yazan Pessoa’ya vermek daha doğru olacak. “İlke, ideal, kadın ya da meslek – hepsi birer zindan ve pranga. Varolmak, özgür kalmaktır.” Artık özgürsün Antonioni.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder