24 Ağustos 2010

Korkuyorum Anne




Dünya gözüyle
gördüğüm

bir insanım.

Sami Baydar


İlk ismi “İnsan Nedir” olarak konulan; ancak daha sonra hem söyleyiş hem de sağlayacağı şiirsel etki anlamında ruhuna daha uygun düşeceği için “Korkuyorum Anne”ye dönüşen bu insan sıcağı fışkıran film için daha pek çok isim düşünülebilir aslında. “Bir Biz Var Benden İçeri” ya da “Derin Nefesler Alma Oyunu” ilk aklıma gelenler. Sahip olduğu tüm sıcaklığa ve samimiyete karşın, bir an bile olsun yavşamayan, seyircisini ne denli önemsediğini her planında belli eden, eşine Türk Sinemasında pek rastlanılmayan bir senaryo, kurgu ve oyunculuk dersi, hatta biraz ileri gidersek Türk Sinemasında (maalesef es geçilecek) bir dönüm noktası “Korkuyorum Anne”.

Az sonra, daha önce izlediğimiz Türk filmlerinden tamamen farklı bir şey izleyeceğimizi daha filmin en başında duyumsatıyor Reha Erdem. Sinemamızda benzerini pek hatırlamadığım çarpıcı giriş sekansı, kurgudaki usta işi deneysel arayışlar, radikal ve riskli ama hedefi doksandan vuran kesintisiz müzik kullanımı, düşlerin kucağında emzirilmiş bir İstanbul portresi, seyirciyi kıskıvrak yakalayan ama aynı zamanda entelektüel kaygıları elden bırakmayan senaryo, Korkuyorum Anne’yi ötekilerden çok farklı bir noktaya taşıyan temel sebepler.

Kasabın dolaysızca sorup cevapladığı gibi “İnsan Nedir?” Danadan farkı nedir? Et, kemik, yağ ve sinirin ötesinde nedir bizi birleştiren, tümleştiren, insan kılığında ortaklaştıran? Filmin esas derdi bu sorulara cevaplar bulmak ya da bulma yolundaki terlemiş kafalara bir nebze yelpaze yapmak aslında. Filmin dramatik kaslarını çeviren yüzük hikâyesi ve kuyumcu soygunu, bu sorulara yanıtlar aramak için, karakterleri döndürmek, devindirmek, koşturmak, izleyeni alışık olduğu sinemasal kodlardan büsbütün koparmamak için varlar sadece. Yukarıda da bahsettiğim gibi filmi “benzemez” kılan, izleyicinin başını döndüren temel dinamikler, mercek altına aldığı ‘insan’ı, anlatırken kullandığı ayrıksı kurgu anlayışı, sözcük sözcük derilmiş senaryosu, birbirinden başarılı oyunculuklar, bazılarına abartılı gelse de ders olarak okutulması gereken eşsiz müzik kullanımı ve tam bir kadraj, renk ve ışık kuyumculuğu tadındaki görüntü yönetmenliği. Hatta öyle ki, çıkarın müzik, kurgu ve senaryonun senkronize sıçrayışlarını, film tepetaklak düşecektir.

Bu kadar uzak durmayın birbirinize artık diyor Reha Erdem. Hepimizin özlemleri, korkuları, düşleri, derinlikleri, söyledikleri, söyleyemedikleri, sıkıntıları, aşkları, birbirine kardeş. Hepimiz aynı kazanın içinde erimeyi bekleyen buz kalıplarıyız. Hepimiz aynı bacağız, aynı koluz, gülüşlerimizin ve gözyaşlarımızın sebepleri kaynağına indiğimizde ortak. Hepimiz aynı topraktan gelip aynı toprağa gidiyoruz nihayetinde. Aynı havadan nefes çekiyoruz, yer sarsılınca ne durumda olursak olalım iki saniye içinde birbirimize sımsıkı tutunup sokaklara dökülecek kadar savunmasız ve muhtacız aslında birbirimize. Hepimizin sümüğü var, hepimizin beli, göbeği, ayak bileği. Çocukluktan olgunluğa taşıdığımız korkular ve düşler kardeş. Bütün müslüman çocukların kesilmeyi bekleyen bir pipisi var, on sekizini deviren her gencin giymeyi korkuyla beklediği haki renkli kamuflajları.

Tamam, insanlar ikiye ayrılır, insanlar üçe, dörde, bine, milyona ayrılır. Eğri basanlar olduğu gibi doğru basanlar da vardır; ince belliler olduğu gibi kalın belliler de vardır, kalın belinden yakınanlar ve kalın belinden şikayeti olmayanlar; annesi olmayanlar ya da babasını hatırlamayanlar; sevdiklerine verdikleri hediyeleri sonradan geri isteyenler ve istemeyenler. Herkes geçmişinin, yaşadıklarının, yaptığı ya da yapmak zorunda bırakıldığı işlerin, ilişkilerinin, mizacının, deneyimlerinin vizöründen bakar hayata. Ancak bırakın evreni, şu kızarmış nar kıvamındaki kocaman dünyamızı bile düşündüğümüzde görme ve duyma frekansımız yürek acıtıcı bir şekilde ufacıktır. Kaskatı, yapışık, bulunduğumuz yerde sıkışıp kalmışızdır. Bir bıçak kesip yarmasın ortasından, tane tane görünüp saçılırız. Tanelerden kavramaya çalışırız bütünü. Yer bir sarsılmaya görsün, kuzu kuzu birbirimize sarılır sokaklara dökülürüz.

Birbirimizi tanımak, daha iyi anlamak, birbirimize karışıp bütünleşmek için soyunmamız şarttır belki de. İpeğin dediği gibi “Herkes çıplak olunca ne komik oluyor”dur. Duman ve sis bir yanılsamadır, geçicidir, sonsuz mavinin ortasında çıktığımız minicik bir kayalığın üzerinde yan yana dizilip, kıyafetlerimizden arındığımızda etimiz, kemiğimiz yani insan olduğumuz meydana çıkar. Birinin göğsünün çok kıllı olduğunu, ötekinin parmaklarının, bir başkasının memelerinin ne kadar iri olduğunu çıplak kalınca anlarız. Ya da biliriz ama görmediğimizi aslında gördüğümüzü söylemeye cesaret edemeyiz. Ötekinin de bizim kadar çıplak, saf ve tüm gerçekliğiyle, o hep gizlediği bedeniyle yanı başımızda duruyor olduğu düşüncesi ruhu da soyar birden. Korku o vakit suya gömülür.

Hepimiz günün her saati kendi tuhaf ve zavallı koşuşturmalarımızda düşer ve tekrar ayağa kalkarız. Biri satırı parmağına geçirirken, öteki aynı dakikada iğneyi batırır parmağına, biri kafasını dikiş makinesine vururken, ötekinin ayağı halıya takılıp düşer. En yakınımızda olan köpeğimiz değildir hapşuruğumuzun asıl sebebi. Herkes hapşurur, gözünü dünyaya iki saniye önce açmış kanlı bir bebek bile hapşurarak selam eder dünyaya. Neriman Hanım, Ali’nin röntgen filmine bakıp Allah’a üzerimizi örttüğü için şükreder. Ademoğlu, kemiklerinin, iç organlarının üzerine örtülen et’i yeterli bulmaz, korkar, çekinir, meydanda, saf, görünür ve üryan olmaktan. Ne yeni doğan bir bebektir o, ne de az sonra bedeni dünyayı terk eyleyecek bir maktül. Etinin üzerine pantolanlar, ceketler, kazaklar, bluzlar icad eder. Kendi acizliğinden korkar çünkü, bu kadar basit, güçsüz ve dayanıksız olduğunu görmeye dayanamaz. Halbuki bu kadar basittir insan olmak. Et, kemik, sinir, yağ ve herşeyi altüst eden, tüm dengeleri bozan ruh tabi ki...

İpek ve jimnastikçi ev arkadaşı Ümit bir sahnede, insan organlarından ikilemeler yapma oyunu oynarlar. Saçsaça, kolkola, nefes nefese, dişediş, kıçkıça, başbaşa, dirsek dirseğe, kafa kafaya, boğaz boğaza, yüzyüze, yumruk yumruğa... Gündelik hayatta karşı karşıya geldiğimiz insanlığın temel durumlarını, işteşlik ya da karşılıklılık ihtiva eden anları anlatmamız gerektiğinde bile, kendimizden, bedenimizden gelen bu ikilmelere başvurmamız bile durumu özetlemeye yeter gibidir.

Bitki olsun, hayvan olsun, insan olsun bütün canlıları nesnelerden ayıran en temel özellik nefes alıp verme özellikleridir. İnsanları hayvanlardan ayıran özelliklerden birisi ise doğru nefes alıp verebilme yetisidir, ya da öyle olmalıdır. Filmin pek çok sahnesinde, doğru nefes alıp verme üzerine hem ampirik hem de anatomik temelli pek çok saptama yapıyor Reha Erdem. Kasabın Neriman Hanım’a nefes alıp verme konusunda verdiği öğütlerden, sağlıkçı baba Rasih’in hem oğluna hem Çetin’e hem de önüne gelen herkese yaptığı sözde bilimsel açıklamalara kadar nefes alıp vermenin kritiği yapılır. Tüm bu saptamalar Ümit’in jimnastik dersinde öğrencilerine ve giderek genişleyen bir çeperle hayatın talebeleri olan bizlere verdiği öğütle daha keskin ve varoluşsal bir boyuta ulaşır. “Şimdi derin nefes alıyoruz. İyi ki varız diyoruz. İyi ki varız! Çok guruluyuz, çoook!”

Filmle ilgili bir başka önemli nokta çekildiği şehir elbette. Bazı filmler vardır, peliküle kazıdığı şehrin renklerinden, kokusundan, ruhundan ayrı düşünülemez. In the Mood For Love, Once Upon A Time in America, Wings of Desire, Amelie, Les Amants du Pont Neuf, Red Desert bu gibi filmlere örnek olarak gösterilebilir. Şehrin renkleri, kokusu, atmosferi, etrafına yaydığı benzersiz aura filmin kendisi olmuştur. Film daha sonra geriye bakılıp hatırlandığında, ilk akla gelen şehrin renkleri, kokusu ve gerçekçi ya da düşsel ama kendine özgü büyüsüdür. Truffaut bir Paris romantiği, Allen bir New York düşkünüyse, Reha Erdem için de bir İstanbul sihirbazı demek haddinden uzun boylu bir benzetme olmaz umarım. A Ay’ı henüz bulup görememiş olduğum için dillerde dolaşan o enfes İstanbul’unu hayal etmekle yetiniyorum sadece. Ancak Kaç Para Kaç’ın dramatik yapısını daha gerçekçi kılan ve kuvvetlendiren, Korkuyorum Anne’yi unutulmaz ve büyülü kılan en önemli faktörlerden birinin eşsiz bir İstanbul kullanımı olduğunu düşünüyorum. Kaç Para Kaç’taki parçalanan, eriyen, terleyen, acı çeken, gerilimli, sıkıntılı, aceleci, dört başı mamur ve bir o kadar da gerçekçi İstanbul kullanımının aksine bu kez, düşsel, romantik, şiirsel, çocuksu, pamuk şeker kıvamında bir İstanbul var karşımızda. “İstanbul benim esas başrol oyuncum” gibi lüzumsuz ve beylik açıklamalara girişmeden, anlamsız, filme katkı sağlamayan çekim planlarına ihtiyaç duymadan, “paradan kaçmadık” diye bağrınan bir görgüsüzlüğe tenezzül etmeden, turistik ve kartpostalsı niyet ve kaygılardan sıyrılmış, salt düşünde, çocukluğunun yazılmamış şiirinde sakladığı İstanbul’u gün yüzüne çıkarıyor Erdem. Öyle bir İstanbul ki zamandan azat edilmiş adeta. Kostümlerden, nesnelerin kekremsi tadından, duvar kaplamalarındaki ayrıntılardan 20-30 yıl öncesinin İstanbul’u olduğunu hissedebiliyorsunuz, ancak izleyiciyi koşullandırmamak için, düşündeki İstanbul’u düşlerdeki İstanbulla kavuşturmak için tarih düşmemiş Reha Erdem. Bir dönem filminden çok bir düş filmi olmasını tercih etmiş. Neşeli, rengarenk lunapark; türlü hayvanlarla dolu, şenlikli hayvanat bahçesi; her daim kuruyan beyaz çarşaflarıyla hayale açılan geniş teraslar; sürekli göğü arşınlayan köpük rengindeki martılar; güneşli sokaklar, eski apartmanlar, lokum mavisi gökyüzü, özlemle bekleyeceğimiz, düşlerde yaşayacak ancak hiçbir zaman yakalanmayacak olan, sokağa adımınızı attığınız an sükût-u hayale uğrayacağınız bir İstanbul portresi.

Film için, böyle etkili ve zihinlerden silinmeyecek bir görsel zenginlik yaratmak için harcanan çaba ise ayrıca takdire değer. Filmdeki kahramanların yaşadığı dairelerin çoğunun eskicilerden özel olarak toplanan eşyalarla döşendiğini, filmin son sekansındaki kulemsi kayalığın Kilyos sahilinde alçılarla inşa edildiğini , Çakır’ın uzun ve ciddi bir eğitimden geçirildiğini, martıları uçurmak için kilolarca hamsinin semaya fırlatıldığını, kostümlerin önemli bir kısmının seneler önce kapanmış bir fabrikaya ait kumaşlardan dikildiğini bilmek film önünde iliklememiz gereken düğme sayısını arttırıyor.

İnsanoğlunun pek çok hâl ve durumunun anlatıldığı filmden iki imkansız, naif ve çocuksu aşk da payını almış. Hayatı boyunca babadan çekmiş anasız Ali’nin Ümit’e, hayatı boyunca anadan çekmiş, ismi bile anasının eseri olan babasız Keten’in ise İpek’e duyduğu karşılıksız aşklar. Biri aşkının tüm karşılığını kendine ait olmayan bir yüzüğü geri getirme ihtimaline bağlamışken, öteki “sol eli başımın altında olsun, sağ ile de beni kucaklasın” deyip duran iki naçar aşk. Ve Ali ile Keten’in aşkları yüzük imgesinde karşılaşıp çatışıyor. Annesinin terzilik yaparak biriktirip kötü zamanlar için vazoya sakladığı parayı çaldığını anlamaması için yüzüğü belleksiz Ali’ye annesinden kalan yüzük diye teslim eden Keten ile Ali her ikisine de ait olmayan yüzük sayesinde aşklarına kavuşacakları hayaliyle birbirleriyle kavga ediyor. Ali’nin yüzüğü Ümit’e verme düşüncesinin ilk defa aklına gelmesi ise Keten’in yüzükle ilgili planlarını öğrenince ortaya çıkıyor.

- Sen n’apıcan ki bu yüzüğü?
- Bir kadın için almıştım
- Niye?
- Sevinsin diye
- Sevgilin mi?
- Sevdiğim

Birbirinden ince vuruşlarla çizilmiş yaşamsal ironiler dizisi de film boyunca sürüp gidiyor. Yıllardır askerden kaçan Aytekin’in askere gitmemek için çürük raporu almaya çalışması, amacına ulaşmak için elinin titremesinin ortaya çıkmasını sağlamaya çalışması, divanı tek eliyle kaldırıp indirmesi ve daha sonra Ali ile olan diyaloğu:

- Valla sakatsın sen
- Sağol be abi! İnşallah! İnşallah!

Ali’nin kuyumcu soygununda şüpheli konumunda olmaması için, hatta Ali’ni cephesinden bakarsak aslında tembelliğinin sefasını daha fazla sürebilmek için aklî raporunun olumsuz çıkmasına sevinmesi bu yaşamsal ironinin bir başka örneği. Polisin Ali’nin babası Rasih’e babasına söylediği cümledeki gibi:

- Gözün aydın amca, aklı yerinde değilmiş

Ya da filmin tüm karakterleri evde en sevdikleri odaları sayarken Ali’nin en çok banyoyu sevmesi, çünkü evlerde kapıyı kilitleyebileceğin tek odanın banyo olması, bu yaşamsal kara mizah öğelerine bir başka örnek.

Filmin gürül gürül akan kanının geçtiği bir başka damar ise hepimizin aslında birbirimize muhtaç olduğu gerçeği. Çocukluğundan bugüne kadar Ali’yi sürekli azarlamış, suçlamış, eleştirmiş, hem fiziksel (sünnet olgusu) hem de psikanalitik anlamda kastre etmiş olan babası, bir yandan 39 yaşında hâla bir baltaya sap olamamış oğlunu azarlarken, bir yandan da kalbi teklediğinde ilaçlarını koşup yetiştirmemesi için oğlundan başka yardım isteyecek kimseyi bulamıyor yanında. Ali, babası Rasih’in ömründen ömür çalarken, ona ömrünü de bağışlıyor aslında. Neriman hapşırık alerjisinin zanlısı olarak gördü köpeği Çakır’ı kasabın da dolduruşuyla 350 kilometre uzaklıktaki bir dağ başına sürgün ederken sonrasında yaptığına pişman olup ağlayıp sızlıyor. Oğluna göstermediği sevgiyi köpeğine gösteriyor. Köpekler bizi içimizde kemik var diye ısırmıyor çünkü, içimizde kalp yok diye ısırıyor. Günahsız masumu Çakır da taa 350 kilometreden koşup geliyor annesinin yanına, dağ başında tek başına yaşayamıyor, Neriman’a muhtaç çünkü, dört pati koşarak annesine geliyor sadist bir intikam duygusunu da yanında koşturmayı ihmal etmeyerek ama.

Daha önce de değindiğimiz gibi film boyunca çok aşikar bir Freud okuması kendini gösteriyor. Ancak sadece Freud almıyor nasbini Erdem’in düşünsel evreninde. Freud’ün tümleyeni Jung da bir o kadar kendini okutuyor. Ömer Kavur’un Gece Yolculuğu’ndaki gibi görece örtülü bir okuma değil Korkuyorum Anne’deki. O eşsiz ada-deniz sekansında Ali, sıçramalı bir kurgu estetiğiyle yavaş yavaş denize giriyor, önce ayaklarına, sonra dizlerine, sonra beline, daha sonra göğsüne ve boğazına kadar girdiği denizde en sonunda tümüyle kayboluyor. Jung terminolojisiyle açıklamak gerekirse “anne” tarafından yutuluyor. Çok küçük yaşta kaybettiği annesine gark ediyor. Zihnindeki anne arketipine bu yola kavuşuyor ve bu sayede ruhsal anlamda yeniden doğuyor. Suya, yani belleğe, yani anneye tamamen gömüldüğünde zihnini kuşatan o içses de fallusun gazabına uğrayan Ali’nin içinde bulunduğu ruhsal boşluğu ortaya çıkarıyor: “Korkuyorum Anneciiiiim”

Kökünden bir Oedipus kurbanı olan Ali gibi apartman kapıcısının küçük oğlu Çetin de benzer korkuları duyuyor. Ali çocukluğunun kırmızı topunu, anne imgesini yakalamak için 39 yaşında ağaca tırmanırken, Çetin yedi yaşında pipisini ‘baba’ya kaptırmamak için çıkıyor ağaca. İkisinin de ağızlarından çıkan cümle aynı; ses kalınlıkları ve tonlamaları hayatın acı suyuyla orantılı olarak farklı olsa da “Korkuyorum Anneeeeee”.

Filmin bir başka unutulmaz sekansında, çevirdiği dümen baskıcı, dominant annesi tarafından anlaşılan Keten ve “anne”sini hiç yaşayamayan Ali; o incecik, kulemsi kaya parçasına tırmanıp sonsuz denizi izliyorlar birlikte. Öncelikle Keten tırmanıyor kayaya, kendisini sevdiği kadının önünde “sidikli” diye azarlayan annesinden kurtulmak için, daha sonra Ali kendini benzer bir duyguya akraba hissettiğinden takip ediyor Keten’i. Ali gibi sağlıklı bir şekilde simgesel döneme geçememiş, toplumsal normları ve üst-benliğini içselleştirememiş Keten basıyor bu kez feryadını denize karşı “Anneeeeee, korkuyorum anneeeeee” Bir anlamda o da hem annesizliğini deşifre ederken, bir yandan da her şeye rağmen annesi olmadan hayata karşı mücadele edemeyeceğini söylüyor.

Aslında benzer temaları Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’den iki sene sonra çektiği enfes “Beş Vakit”te de görüyoruz. Baba-oğul ve ana-kız çatışması, imkansız aşk, yine Freudyen göndermelerle dolu ama bu kez İstanbul değil, bir kasaba arka planında tığ gibi işlenmiş bir senaryo, yine başarılı ve derinlikli oyunculuklarla ve olağanüstü bir görsellikle anlatılıyor ve ayrıca mercek altına alınmayı fazlasıyla hak ediyor.

Korkuyorum Anne üzerine daha pek çok yazılabilir aslında. Merceğe yatırdığı maden “insan” olunca, ve baktığı mikroskop böylesine nadide, kişisel ve özgün olunca üzerinde çok daha fazla konuşulmayı hak ediyor. Söz konusu olan, insan denen kadersiz, acılı, yaralı, öfkeli, sıkıntılı mahlukat olunca söylenecek söz, kurulacak cümle de bitmiyor. Bahsi geçen, Heidergerci anlamda dünyaya “fırlatılmış” olan insansa; bu varoluşsal ve kör edici diyalektik gerilim mevcudiyetini ölüme kadar sürdürüyor. Biz istesek de istemesek de, uzun bir kıyamet festivali, karşı konulmaz bir korku şenliği tadında sürüp gidiyor hayat. Hepimiz biliyoruz, ne kadar çok göz, ne kadar çok kulak, ne kadar çok saç, bakış, ağlama, esneme, gülüş, sinir, ayak, uyku, gözlük, sakal, yanak, el, bacak olduğunu; ve aslında hiçbir şey bilmediğimizi, görmediğimizi, hiçbir şeye hâkim olamadığımızı, hiçbir şeyi denetleyemediğimizi. O dermansız, ruha ve bünyeye zarar soru her fırsat bulduğunda sorular denizinden kafasını edepsizce çıkarıyor. Niye yaşıyorum? Tüm bu sükût-u hayal denizinde bize seslenen o yumuşak, teskin edici, en ihtiyaç duyduğumuz anda imdadımıza yetişip huzur veren süt pembe renkli sesi zaman zaman duyduğumuz ya da duyma umudunu yitirmediğimiz için devam ediyoruz belki de bu anlamsız oyunu oynamaya. En kifayetsiz ve dermansız anımızda bize sesleniyor uzaklardan “Korkma annecim, korkma, ben buradayım”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder