25 Ekim 2010

“Çoğunluk” Mertkan’ın Gözyaşlarını Görmüyor




Çoğunluk, Fatin Akın, Yeşim Ustaoğlu, Özer Kızıltan gibi isimlerin yanında yönetmen yardımcılığı yapmış Seren Yüce’nin senaryosunu da kendisinin yazdığı ilk uzun metraj filmi. Film ötekileştirmenin, faşizmin, konformizmin, militer tapıncın, ‘baba’ iktidarının meşrulaştırdığı ve kurallarını erkek egemen söylemin koyduğu bir toplum haleti ruhiyesinin, yani aslında çoğunluk’un perspektifinden bakıyor hayata. Film boyunca ‘çoğunluk’un karşısına diyalektik anlamda bir ‘azınlık’ın konmamış olması filmin söylem gücünü arttırdığı kadar, sığ didaktizmin olası tuzaklarına düşmesinin de önüne geçiyor.

Yüzleştirmeyi şiar edinmiş bir film Çoğunluk. Sert, köşeli, diktacı zihin yapısının ve ideolojik anlayışın gerçekleriyle yüzleşiyor izleyici. Yüzleştirmek esas hedef olduğundan film boyunca empati kurabileceğimiz ve sayelerinde bir nebze olsun katharsis sağlayabileceğimiz bir azınlığa, çatışmayı politik kulvarlara taşıyabilecek bir karşı söyleme (belki biraz Gül) söz hakkı tanımıyor. Böylelikle de politik önermeler sunmadan, yerine sorular sorarak ve çoğunluğa dair umut kırıcı mevcut toplumsal konjonktürün resmini çekerek hedefine ulaşıyor.

Filmin geleneksel yapılı, orta sınıf çekirdek ailesi çoğunluk’un mikro düzeydeki temsili. Kendisini her gün yeniden üretirken, aynı zamanda çoğaltan ‘çoğunluk’un meşruiyetini borçlu olduğu, kendine ve geleceğe dair karşı soruları geçersizleştiren,  kendi mutlakıyetini şüphesizleştiren organik parçası aile. Çoğunluk’un kendinden eklemeli ve çoğaltıcı yapısı yüzündendir ki Mertkan’ın başka bir insan olabilme ihtimali derin bir karanlığın içinde kayboluyor. Yine aynı sebeptendir ki, hakkını arayan taksiciye bütün ofis çalışanları toplu linç gösterisinde bulunabiliyor. 

Çoğunluk’un kusursuz bir hadım etme aygıtı gibi işleyen zihinsel inşa sürecini en iyi Mertkan’ın yalnız başınayken ağladığı sahnelerde fark ediyoruz. Annesinin tabiriyle “Hayatta hiçbir şeyi sonuna kadar istememiş” olan Mertkan’ın gözyaşları aslında züppe, apolitik, asalak, iş bilmez, aşkı tanımayan, hayatında tek bir başarı öyküsü olmayan arafın dibindeki bir gencin kendi gerçekliğinin ve çıkışsızlığının bir anlamda kişisel kabulü. Kendinden mesul ve kendine emanet bu gözyaşları bir kırılmaya meyledecek mi acaba derken içe kapanma, laf edememe, ses çıkaramama ve baskının altında ezilmeyi kabullenme süreci devam ediyor.

Bu çıkışsızlık aslında iki temel yoksunluktan ortaya çıkıyor. İsyan ve itiraf… İsyanın olmadığı yerde kabul ve riayet yeşeriyor. İtirafın olmadığı yerde de içe kapanma, kendini kandırma, samimiyetsizlik ve yalan dolan başlıyor. Kime, neye, hangi birine ve niye isyan edeceğinin bile tam olarak farkında değil Mertkan. Ne isyanının arkasında durabilmeye ne de acizliğini kendine itiraf etmeye muktedir bir kişiliği, açık bir bilinci var. Öyle ki annenin yukarıdaki saptamasına eklenebilecek daha pek çok “hayatta hiç” ile başlayan cümlenin öznesi konumunda. “Hayatta kendine hiçbir samimi itirafta bulun(a)mamış”, “hayatta hiçbir şeye isyan etmemiş”, “hayatında hiçbir kitap okumamış”, “hayatında hiçbir kıza seni seviyorum dememiş”, “hayatta annesiyle hiçbir şeyi paylaşmamış”, “hayatta hiçbir iş yapmamış”, “hayatta emek verip para kazanmak nedir bilmemiş”, “hayatında hiç toplu taşıma aracına binmek zorunda kalmamış” Mertkan’ın bu bol sayıdaki “hayatında hiç”leri “hayatında ilk” diyebileceği bir duyguyu da içinden gelerek, hakkıyla ve sahiplenerek yaşamasını olanaksız kılıyor. -İsyan etmemiş bir adamın aşkına inanabilir misin izleyici?- Daha ziyade libido düzeyinde yaşanan ve zaten kızın zorlamasıyla başlayan ilişki ne tam olarak babası öyle istediği için bitiyor aslında, ne de Gül’ün töreleri öyle buyurduğundan. ‘Hayatında ilk’in, ‘hayatında hiç’ler karşısında galip gelme şansı olmadığından, gücüne baştan inanmadığımız bu aşk da olgunlaşamadan yarıda sonlanıyor.

Geçmiş zamanların babadan oğula geçen iktidar yapısında olduğu gibi, filmde de yine babadan oğula geçmesi, devrolması amaçlanan bir iktidar zihniyeti söz konusu. Bu iktidarın başlıca kültürel ve ideolojik kodlarını ise milliyetçilik, statüko, militarizm, ötekileştirme, itibar, güç ve para arzusu gibi liberal muhafazakar diyebileceğimiz, özellikle Özal sonrası hızla yükselen bir zihniyet projesiyle bağlantılandırmak mümkün.  

Dikkat edilmesi gereken nokta ise babadan oğla devredilmesi istenen değerlerin sadece aile içi bir kültürel miras devir teslimi değil, aynı zamanda bir tür sınıfsal çıkar zihniyetinin sonraki kuşaklara aktarılması olduğu. Film boyunca gerek baba gerekse babanın esnaf arkadaşı tarafından yapılan sürekli telkinler, verilen nasihatlerle Mertkan’ın nasıl tahakküm altına alındığını izliyoruz. Verilen nasihatler hem baba tarafından buyrulan stabil bir kimlik tarifi çiziyor hem de bu kimliğe uygun olarak gelecekte atılması şart olan adımları işaret ediyor: Gel biraz konuşalım. Bak oğlum, sen artık daha ciddi kararlar, daha büyük sorumluluklar alacak yaşa geldin. Yarın öbür gün askere gideceksin, sonra geleceksin evleneceksin. Takıldığın adamları çok dikkatli seçmen lâzım. Sen kendin gibilerle beraber olmaya bak. Hepimiz elhamdülillah Müslümanız, Türküz. Bak ben her gün sizin için vatan için en şerefli, hep daha fazlası için çalışıyorum. Sen de yarın öbür gün karın için çocuğun için çalışacaksın. Bu gibi tipler vatanı bölme derdindedir. Bunlarla beraber olmak hepimize zarar verir. Kimle yatıp kalktığına dikkat edeceksin ki birbirimizi üzmeyelim. Tamam mı koçum!

Müteahhit baba bir binayı inşa eder gibi inşa ediyor Mertkan’ı. Babanın Mertkan’ı inşa etme faaliyetinde sebepler ve sonuçlar net. Koşullar belli, kurallar çoktan konmuş; değiştirme, dönüştürme şansı yok. Velhasıl bu iki boyutlu, içeriksiz, diktacı ve tek taraflı inşa sürecinin içerikle ilgili metotları net olarak konmuş değil baba tarafından. Baba buna gereksinim duymuyor. Tek yaptığı nasihat çekmek ve oğlunu burnu sürtsün diye inşaata sürgün göndermek. Mertkan’ın elinden de kendi ezikliğini amelelere patronluk taslayarak gidermeye çalışmaktan fazlası gelmiyor. Bundan fazlasını düşünecek bir kafa yapısı ve bilinci yok zira. Örneğin baba mesleğini nasıl devam ettireceğini bilmiyor, ne bilgisi var ne merakı. Özgür iradesiyle evleneceği, uğruna çalışıp para kazanacağı sevdiği bir eşi olması pek mümkün görünmüyor bu tabloda. Yalnız başına kaldığında omletten başka yapabileceği bir yemek yok. Jeepsiz kaldığında basit bir dolmuş sefili o. Ne rücûnun ne demek olduğunu biliyor ne birisine rüşvet verip iş yaptırmayı. Yani babasının bu statüyü sağlarken sahip olduğu, kullandığı bilgi, yöntem ve raconların hiçbirine vâkıf değil. 

Mertkan’ın gözyaşlarından bahsetmiştik. Yalnız başınayken döktüğü gözyaşları babasının dayatmalarından bıkan bir gencin duygusal dışavurumundan daha fazlasını söylüyor bize. Kendine ait hiçbir fikri ve çıkar yolu olmadığını fark eden, elinden hiçbir iş gelmediğini ve gelemeyeceğini idrak eden, kendisine karşı bile dürüst olmayı beceremeyen bir yanlış oğlanın iç feveranları… Sesini kimsenin duymasını istemediği, kimseye itiraf edemediği gözyaşlarını sadece tek bir kişiye, kendi sebep olduğu haksızlığa karşı babasına direnç gösteren taksiciye açıyor. Mağduriyetin ortak birleştirici nokta olduğu bu sarılıp ağlama sahnesi Mertkan’ın iktidarın katı yapısına karşı koyma şansının ancak rüya boyutunda mümkün olabileceğini de ortaya koyuyor.

Çoğunluk, orta sınıf ahlâkının her türlü ‘öteki’yi hadımlaştıran mekanizmasını bir ailenin perspektifinden gözler önüne seriyor. Kendi bildiğinden başkasını tanımayan, kendi fikrinden başkasına yaşama şansı vermeyen, konformist, sözde doğrucu bir kitlesel zihniyetin önüne geleni çiğneyen dev paletlerinin yürüdüğü yolu gösteriyor. Bu zihniyetin kuşaklar arası transferi ise görüp bildiklerimiz içinde en korkutucu, geleceğe dair en umut kırıcı olanı belki de. Çoğunluk Mertkan gibi odasında kendi içine ağlayan gençlerle dolu aslında. Ve çoğunluk Mertkan’ın gözyaşlarını görmüyor

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder