24 Ağustos 2010

Pandora'nın Kutusu


Pandora’ya kutuyu açtıran meraktır biliyorsunuz. Merakına hâkim olamayıp kutuyu açmasıyla tüm kötülükler dünyaya saçılır. Kapanan kutunun dibinde bir tek umut kalır. Nusret Teyze’nin merakı da geleceği kalmamış olmanın merakı, ölüsüyle buluşma, ölüsüne kavuşma, dağa çıkma ve orada onun yanında huzurla ölme merakı… Bu merak olmasa ne dağ yollarında kaybolacak ne kendisini kaderine terk eden şehir ölüsü evlatlarının aklına gelecek, ne tüm bu birikmiş ve kaskatılaşmış yabancılaşma hâli su yüzüne çıkacak, ne kaçacak bir ev/sığınak bulma umudu yeşerecek. Ne de ötesi…

Pandora’nın Kutusu’nun pek çok meselesi var. Şehir/kırsal, mekanik küçük burjuva/ipini koparmış bohem, yerleşik düzen insanı/kaçışların-kopuşların insanı, modern zihin/arkaik zihin, sağlıklı olmanın farkındasızlığı/hasta olmanın farkındalığı… Ama odak noktasında duran mesele kuşaklar arasındaki mesafe. Buna basitçe bir kuşak çatışması damgası vurmak yanlış olur. Daha farklı bir şey kastettiğim.

Film “orta yaşlı ortak sınıf” üzerinden yapıyor temel eleştirisini. Yalnızlaşma, yabancılaşma, aşk nevrozları, cinsel iktidarsızlık, düzene koyulması gereken ev işleri, bitmeyen ekonomik hesap-kitap meseleleri, saygın bir meslek icra etme gibi bilhassa kentli dertlerden malul orta yaşlı orta sınıfın karşısına iki uç durum koyuyor: Gençlik ve yaşlılık. Biri henüz bu dertlerin eşiğine yeni gelmiş, ‘onlara’ benzememek için zorlu bir arayış ve sürekli kaçış halinde, ötekisi eşiği falan çoktan aşmış tek aradığı ölüm olan, biri henüz üzerinde düşünecek, vahlanacak bir geçmişi olmayan, ötekisi artık bir geleceği olmayan, biri geleceği unutmak isteyen, ‘ân’ın esrarlı dumanlarında kafası güzel, ötekisi uzak geçmiş dışında her şeyi çoktan unutmuş bir başka kafası güzel…

Uçları birbirine filiz veren bu iki alâkasız hayatın alamet-i farikası ise “çocukluk”. Murat’ın Nusret’te bulduğu başka ne ola ki? Alzheimerlı bir hasta nasıldır bilir misiniz? Uzun uzun anlatmadan… tam da Nusret gibidir işte. Tanımaz sizi, en yakınındaki insanı… Yemek yemek için kaşık-çatal kullanılması gerektiğini bilmez. İşemek için klozet kullanılması gerektiğini, asansör gibi modern cihazların içinde ne halt edileceğini bilmez. Arabaya binmek için elini benzin kapağına götürebilir, yatağın üstüne yatmak yerine altına girip sıkışır orda. Öyle sık sık basar ev üstüne, kapıyı açık buldu mu uzar dışarıya. Histerik kahkahalarla gülerken iki dakika sonra çığlık çığlık bağırdığını, etrafındakilere saldırdığını görmeniz kuvvetle olasıdır. İki dakika öncesini hatırlamaz ama uzak geçmişteki olayları dann! diye vurup kafanıza ağzınızı açık bırakır. Takılmıştır kafası geçmişin küflü ama onu her daim rahatsız etmiş olan ufak bir ayrıntısına. Başına buyruktur, aklın hegemonyasından kurtulmuştur, hayır zihni durmamıştır, aksine, zihni geriye doğru çalışan bir bozuk saat gibi tıkırdar sürekli. Hiçbir işini kendi başına yapamayan aciz bir çocuktan farksızdır o. Siz elinden tutmazsanız salondaki halının ortasına işeyiverir öyle (Hangi tuvalet terbiyesinden bahsediyorsunuz?). Nitekim Murat, dayısından anneannesinin salondaki halıya işediğini öğrendiğinde derindeki arzusunu icra eden ihtiyar bir kahraman gibi selamlar onu zihninde. Ya çocuk olmak gerekir halıya işemek için (burjuva evinin aklı paklı, üzerindeki cilalı mobilyalarla uyum göstermesi gereken halısı) ya da böyle dokunaklı bir demans mağduru olmak.

İhtiyar bir çocuktur Nusret. Çocukluğundan kelli, kedilere işkence eden çocuklarla akranlık edebilecek kadar safderun… Yüklü dozda şoklara muhtaç, (gırtlağına dayanmış keskin bir bıçak söz gelimi) fena halde sarsılmaya ve hayatını ters düz etmeye ihtiyaç duyan Murat için zor bulunan cinsten kaçık bir kanka… Kendisini anlamayan onlarca insanın arasında, kendisini anlamasını bile beklemediği ve bundan dolayı yanında kendisini hiç olmadığı kadar özgür hissettiği bir arkaik neşe… Homo economicusların arasında yaşamaya dayanamayan Murat’ın, belki annesinin, teyzesinin, dayısının da çocukken oynadığı tahta arabanın üstüne binerek bahçesinde yuvarlandığı bir kır neşesi, homo ludensin yeniden keşfi…

Tam da burada değinebiliriz. Ebeveyn ve evlat olmanın kodlanmış rolleri üzerine de zarif sayılabilecek bir eleştiri getiriyor Ustaoğlu. İnatçı, iddiacı, zor bir kadın olan Nusret’in, başta kocası ve ortanca kızı Güzin olmak üzere üç evladının da üzerinde kurduğu dominant karakter, onlar farkında olmasalar da kızlarının üstüne sinmiştir şimdi. Sorunlu ve karışık bir evlada yetemeyen, kocasıyla problemli, frijit ve kuvvetle sezdiğimiz pek çok metropoliten derdin içine birdenbire dalan bu alzheimerlı anne ile 50 yaşına merdiven dayamışken ikinci kez anne olur Nesrin. Kontrol delisi bir hayatın içine kontrol dışı giren ikinci bir çocuk… Tüm iyi niyetine rağmen sınavı geçemez. Öteki kardeş ise sınavı daha baştan asmıştır (Uğraşma artık, kapatalım bir huzur evine). İçlerinde ebeveyn olma deneyimine en uzak karakter Murat ise çocukla çocuk olarak belki de kendi ebeveynlerinin ona bakmadığı bir saflıkla “bakar” ona. Kirli donunu yıkamaktan, divana yatırıp üstünü örtmekten bahsetmiyorum. Kızlarının evindeki açık kapıyı görüp sessizce tüyüveren ihtiyarın arkasından onlar gibi koşup getirmeye çalışmaz söz gelimi. Özgür bırakır onu, ölüme gittiğini bile bile seyreder arkasından uzun uzun. Beyhude bir ihtiyarın son tutkusuna set koyamaz. (Bırak beni dağa gideyim, yoksa onu da unutacağım)

Pandora’nın kutusu kapanınca içinde bir tek umudun saklı kaldığını demiştik. Kutuyu istemeyerek açan Nusret olunca, umudu farkında olmayarak oraya koyan da yine Nusret oluyor. Alzheimer hastalarına özgü ilkel ve bilişsiz bilgelik tohumları serpiyor evlatların ve torunun ölü toprağına. Öyledir alzheimer hastaları, hiç beklenmedik bir anda kendilerinden beklenmedik öyle bir laf ederler ki donar kalır yanındakiler. Acizliklerinin bilincinde olmadıklarını sanırken siz, öyle bir hareket yaparlar ki alzheimer hastaları, aciz olduklarının sapına kadar farkında olduklarını anlarsınız ve esas aciz duruma düşen siz olursunuz. (Herkes kendi hissesine düşeni çıkarsın artık) Nusret de giderayak öyle sarsar evlatlarını, hayat standartları enstitüsü çalışanlarını kendileriyle yüzleştirme operasyonu.... O haldeyken bile alzheimerlılara özgü tuhaf bir sezgiyle, tokat attığı Nesrin’e başkalarını hayatını kontrol altına almamasını salık verirken, Güzin’e “sakın benim gibi olma, aç kendini” der. Ya da az önce andığımız filmin en dokunaklı o iki cümlesi ile Murat’a hayatın ölümlü yüzünü gösterir. Burada Nietzsche’nin nihilist ve bilindik kötümser yaklaşımıyla umudun da kutuda kalan son kötülük olduğunu söyleyebiliriz belki. Film boyunca sözde yapılmaması gereken pek çok işin altına imzasını atan (evden kaçma, anneye babaya haber vermeme, okula gitmeme, sınavlara girmeme, esrar çekme, babaya diklenme vb.) Murat, yani film boyunca içten içe vurgulandığı üzere sistemin normlarına aksi hareket ettiği için bizleri de yoldan çıkarması istenen “umut”, son sekansta anneannenin ölüm yolculuğuna şahit olarak umudun da beyhudeliğini yüzümüze vurur. Sonunda ölüm yok mudur işte, “umut insanın çektiği eziyeti uzatır." Ustaoğlu sanki bunu anlamımızı ister gibi, Murat’ın ıslak gözyaşından sonra (film boyunca mütemadiyen kızan, öfkelenen, parçalayan, iç geçiren Murat’ı ilk kez ağlarken gördüğümüz yerdir burası) bitmek bilmeyen şahane bir tilt up (Tanrı’ya yükseliş) ile Nusret’in az sonra çıkacağı ve ölüme kavuşacağı yeşil tepeleri gösterir.

Yazıyı noktalamadan önce senaryo ve dramatik işleyişin düştüğü bazı handikaplar üzerine de birkaç söz söylemek fena olmaz. Bu handikap aslında sinemamızda yabancı olduğumuz bir olgu değil. Pandora’nın Kutusu gibi iyi filmlerde bile rahatlıkla gözlemlenebiliyor. Nedir o? Karakterlerin gerçek bir karakter olmasının yeterli görülmeyip, birer angajman aracı haline getirilmesi… Film bu anlamda ince bir ip üzerinde bir o yana bir bu yana gelip gidiyor. Mehmet’in bohemliğinin Nesrin’in akılcı kuralcı kişiliği ile karşılaştırılmasından tutun da, köylü saflığının ve iyilikseverliğinin kentli zihnin kurnazlıklarıyla ve çürümüşlüğüyle vuruşturulmasına, sucu çocukla Murat’ın zıtlaştırılmasına varıncaya kadar film boyunca fenalık getirici düzeyde benzeri kategoriler üzerinden tezler sunuluyor. Bir yerden sonra temsilin bu kadarı düşman başına diyecek oluyorsunuz da oyuncuların etkileyici performansları belirli bir dengede kalmanıza yardımcı oluyor. Başta Tsilla Chelton (unutulmaz! ve bir daha, unutulmaz!) olmak üzere oyunculukların hepsinin de dört başı mamur. Tek söylenebilecek, babayı biraz daha tanımak isterdik doğrusu. (Ne iş yapar bu adam? Oğluyla ilişkisi ne boyuttadır? (senin gibi olmak istemiyorum baba’dan başka), karısıyla cinsel alışverişsizliği dışında başkaca bir sorunu yok mudur?) Anne üzerine yıkılan dramatik sürekliliğin arada babaya da biraz pas vermesi film adına daha sağlıklı olurdu.

Son kertede diyebiliriz ki, senaryo ile ilgili kimi zaaflarına rağmen Pandora’nın Kutusu iyi bir film. Kurcaladığı meselelere getirdiği yalın ve derin bakışla, mitolojiden beslenen ve izleyicisine sunduğu ucu çok anlamlı alımlama estetiğiyle, hiçbir şey değilse bile sadece ülkemizde 500.000 insanın yaşadığı (bir de yakınlarını düşünürseniz sayı birkaç milyonu geçer) ve bugüne kadar doğru dürüst anlatılmamış bir hastalığa getirdiği alabildiğine gerçekçi yaklaşımıyla ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Kutuyu açmaya gerek bırakmadan kötüyü söyleten filmlerin salonlarda fink attığını düşününce, kutuyu iyi ki açmışsınız dedirten Pandora’nın Kutusu’nun yine o anlamlı azınlığın filmi olacağını kestirmek zor değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder